Kadınlar sever diye yazdım, erkekler de sevdiceğim.

28.2.12

Gelecek de Bir Gün Gelecek


          Gün gelecek devran dönecek, yaşlar kemale erecek, bir de bakmışız oğul değil baba, torun değil büyükanne oluvermişiz.  Dantelin ne olduğunu bilmeyen torunlarımıza, biz senin yaşındayken kaset sarardık falan gibi iğrenç cümleler kurarken bir yandan da evin içinde yakın gözlüğümüzü arayacağız yana döne…

          Anlamayacaklar o zaman bizi, akşamları TRT’de Türk Rock Musikisi programlarını izliyoruz diye dalga geçecekler. Bizim anneannelerimizin ud çalma hikayeleri gibi bizimde gitar çalma anılarımız anlatılacak. Arkadaşlarımızı görmek için, über HD sanal sarmallı telefonları kullanmak yerine toplaşıp kahve içmemize bir anlam veremeyecekler. Bizim zamanımızda… diye başlayan bir takım cümleler dolanacak dilimize. “O zamanlar maç yayınları paralıydı, bütün komşular bir eve doluşur izlerdik. Playstation cafeler vardı, arkadaşlarımızla gider turnuva yapardık… Sizde nerdeee simülasyon barlara gidin asosyal yaratıklar!”

          Onlara asosyal diye çemkirirken bizse, artık kağıt inceliğine gelmiş süpersonic mega pikselli televizyonlarımızda dizi izlemeye devam edeceğiz. Sabah kuşaklarında eski Türk Filmleri yerine, eski Türk dizileri yayınlanacak; beş yüz milyon kere, hiç izlememiş gibi Asmalı Konak, Deli Yürek, Muhteşem Yüzyıl izleyeceğiz. Zaten bütün televizyon kanalları Acun’un elinde olacağından akşam kuşaklarında da Best of Survivor, “O”n bininci ses Türkiye gibi programlarla oyalanacağız. Cem Yılmaz’a sadece biz güleceğiz, şimdinin Levent Kırca kıvamına gelecek. Torununa “ben kapağı buraya bırakıyorum ihtiyacı olan alsın” deyip kendi kendine gülen yaşlılar olacağız.

          Şimdi bile yaşadığımız para birimi sorunları o zamanda peşimizi bırakmayacak; çocuk bin lira isteyecek, biz altı sıfır atıp ne demek istediğini anlamaya çalışırken kafamız karman çorman olacak.
Söylediğimiz şeyleri de anlamayacaklar, “yavrum, her şeyim hıyar diyene tuzla çatalla koşuyorsun” dediğimizde aval aval yüzümüze bakacaklar. Kelimelerde de sorun yaşayacağız, biz inanılmaz derken onlar anbililibıııl diyecekler…

          Velhasıl-ı kelam, bir gün gelecek şimdi baktığımız gözlerle aynaya bakacağız ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Otobüslerde yer vermiyorlar diye sinirlenen tarafa geçtiğimiz anda paralel evrende boyut atlayacağız. Lakin önemli olan, takma dişlerinizi kaybettiğinizde, yanınızda size sarılıp “üzülme aşkım yenisini alırız” diyecek biri olacak mı?


22.2.12

          Söyleyecek bir şeyi kalmıyor insanın bazen. "Gel buraya" diyebilmek isterken "Git burdan" diyorsun. İçinden de sessizce, bitti diyorsun ama bitmiyor... Her defasında bittiği gibi bu da bitecek biliyorsun, ama yine de canın sıkılıyor...

          Birinin bana durmadan sigara içerek bir yere varamayacağımı söylemesi lazım.

20.2.12

Saçmal


          Bir kızın elini tutabilmek için dansa davet oynayan, öpebilmek için şişe çeviren neslin erkekleri büyüyünce böyle oldu, her yerleri ayrı oynuyor!

          Çok mu üstlerine gittik diye düşünüyorum bazen… Fazla naz aşık mı usandırdı acaba?

          Her zaman ilk adımı erkeklerden beklemek, adamın saçını başını yolup sonra bir de ellerinde çiçekler kapında sırılsıklam olmasını istemek biraz ağır oldu sanırım. Aslında ses çıkarmıyorlardı bu duruma çok fazla, erkeklik öyle bir şeydi… Sonuçta her zaman bir kadına göre daha güçlüydü erkekler. Kadın duygusal, narin ve kırılgandı… Sonra bir film geldi ve her şey değişti!

          “Issız Adam”

          Erkeklerin de narin ve kırılgan olmaya başlamaları sanırım bu filmin çıkmasıyla aynı zamana tekabül ediyor. Neymiş adamın sorunları varmış, bağlanamıyormuş, evlenmekten korkuyormuş… Bu bizim misyonumuz bir kere! Size ne oluyor?

          Kadınlara yapıştırdılar evlilik delisi sendromunu bir anda. Neredeyse kızlar diz çöküp evlenme teklifi edecek hale geldi. Tamam; kabul ediyorum erkekler de kırılabilir, üzülebilir ama bizim kadar manyak değildi onlar!

          Kadın dediğin kurgu uzmanıdır sonuçta, kafasında yüz bin milyon tane saçmalık uydurur ve kendi içinde mutsuzluğa yuvarlanır. Erkekler öyle değildir ki, haticeye değil neticeye bakar onlar. Tabii bu durum Hatice’nin kalçalarının ne kadar güzel olduğuna göre değişir ama sonuçta erkek dediğin delikanlıdır, çıkar karşına kadının, neyse derdi söyler. Trip atmak kadınlara özgü bir şey değil midir?

          Bunca yıl kadınlara trip atıyorlar diye çemkiren erkek kısmı, aynı silahla savaş açar oldu! Kadın kaçıyor, adam kovalamıyor. Adam saklanıyor, kadın kovalıyor artık.

          Kimsenin kaçmadığı, saçma oyunların oynanmadığı ve bütün kartların açık olduğu ilişkilerse tamamen tarih oldu. Adamlar, kadın ciddi bir ilişki isteyecek diye yataklarının altlarına saklandı, kadınlarsa kaybetmemek için sürekli bir savaş halinde…

          Herkes sakin olsun, hiç birimiz evde oturduk çeyizimize dantel işlemiyoruz!

          Kadınların da erkeklerinde saçma sapan triplere girmesine hiç gerek yok. Sadece şunu bilmek yeterli, bir ilişkide erkeğin yapması gereken şeyleri kadın yapıyorsa, o ilişki zaten bitmiştir. Boşuna kasmayın…

19.2.12

Lakinkiöyledeğildir


Gecenin köründe telefonum çalsa, “kapıyı aç” desen ve sen gelsen. İçeriye girsen, yüzünde yarım bir gülümsemeyle bana baksan ve sonra sarılsak. Öyle gündelik bir şeylerden konuşurken bir yandan da havanın ne kadar sıcak olduğundan yakınsak…  Camları, pençeleri açsak ve evde vantilatör olduğunu hiçbir zaman bilmesek…
Birlikte olduğumuzu sadece ben bilsem, senin bile haberin olmasa… Yatağın üzerine otursak, bir sen anlatsan bir ben dinlesem. Arka planda açık kalan televizyonu izlemek yerine sen beni kızdırsan ve ben seni dövmeye çalışsam. Sonra acıkıp evdeki bütün çikolataları yesek, bir sürü gülsek ve bol bol su içmek isteyip evde su kalmadığını fark etsek.
Konuşacak bir şey kalmayınca, müzik dinlesek. Birbirimizin ne düşündüğünü bilmeden, sen benim sırtımda ritim tutarken ben uyuyakalsam. Öylece uyusam…
Hiç sabah olmasa, sen gitmesen, hep kalsan ve ben uyanıp rüya gördüğümü anlamasam…

17.2.12

Pardon Siz Gerzek misiniz?



          Bardan eve gittiğiniz kadınla, Starbucks’tan eve gittiğiniz kadın arasındaki farkı bilmiyorsanız, hiç eve gitmemelisiniz bence. Daha dışarılarda öğrenecek çok şeyiniz var demek ki, orada bir süre daha kalın siz…

          Barda tanışıp eve gittiğiniz kız, muhtemelen zaten sarhoştur. Çok iyi bir insan olabilir, hiç o taraklarda bezi olmayabilir belki ama mutlaka kafası güzeldir. Barda portakal suyu içmiyorsa tabi… Sonuç olarak neresinden bakarsanız bakın, bir kere durumun imajı kötüdür. Kız da bunun bal gibi farkındadır ve durumu idrak halindedir ya da öyle olmalıdır bence. Sabah uyandığınızda, sevgili olduğunuzu düşünecek kadar saf bile olsa, bunun gerçek olmayacağını kavrayabilecek ve ona anlatabilecek en az bir tane tanıdığı mutlaka vardır. Sonuç olarak durum kurtarılmaya müsaittir, nettir. En az “sefiller” kadar klasiktir.

          Starbucks’ta oturduğunuz kızla eve giderseniz, o kız ayıktır. Hatta kahve dolayısıyla fazla ayıktır, baya cin gibidir, her an çarpabilir. Bilinci yerinde olan bir kadın, yarın unutmak istediği bir şey yapmaz. Her türlü durumu hatırlayacaktır. “Ah hayatım kafeini fazla kaçırmışım, hatırlamıyorum ne yaptığımı” gibi bir açıklamayı iki taraf da yapamayacağına göre durum da tehlike mevcuttur. Sadece takılmak istediğiniz bir kızla böyle bir ilişki içerisinde bulunursanız, durumun sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalabilirsiniz. Duygusal bir pötürce niteliğindeki kadının beklentileri farklı olabilir…

          Yani duruma ters açıdan bakınca; bir adamla Starbucks’da buluşuyor olmanız onun sizinle ciddi niyetler içinde olduğu anlamına gelmez…  Bir adam, kadınla kafede buluşmak istiyorsa eğer, bu ikinci buluşmada kadını barlara diskolara götürmek istiyor olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bir erkek ne kadar cin fikirliyse, bir dişi de o kadar açıkgözlü olmalıdır. Ciddi bir ilişki isteyen kadın, en azından bir süre Starbucs’larda ne bileyim bilumum kafelerde buluşmalıdır adamla. Bu süreç içerisinde karar vermelidir ne yapmak istediğine…

          Özetle iki taraf için de şunu söylemek gerekir ki, gerzek olmanın lüzumu yoktur! Herkes işini bilir, hangi insana nasıl davranacağını kestirirse, ne kızlar bu kadar çok salyaya sümüğe boğulur ne de erkeklerin başı belaya girer. Hal böyle olunca da, onlar erer muradına biz çıkarız kerevetine…

Seni Özleyince Halay Çekiyorum



          Seni özleyince gözlerimi kapatıp, bağdaş kurup, halay çekiyormuş gibi yapıyorum... tabiki bi halta yaramıyor...


          Aslında hayatının bir döneminden önce varlığından bile haberdar olmadığın birisi... Tanıştığınız an yaşanmamış olsaydı, yolda yürürken omzuna çarpsa "önüne baksana lan!" diyecekken şimdi kendi kendine mırıldanıyorsun "napıyor ki şuan acaba?"


          Neyse ki, yaşam destek ünitesi bilgisayarlar ve sanal ortamlar var da neler yaptığını takip edebiliyorsun. Birini birkaç sene önce özlüyor olmak daha zordu, check-in yapamıyordu ozamanlar düşünebiliyor musun? korkunç! Ama yine de yeterli gelmiyor tabiki facebook, twitter... 


          Nerede olduğunu bilmen, yanında olması anlamına gelmiyor. Fotoğrafına bakman onu görmek değil ve ne düşündüğünü okuman, o anı paylaşmak sayılmıyor. Hiç bir oyun saçlarınla oynaması kadar keyif vermiyorken sen sadece kendini oyalamaya çalışıyorsun...


          "Gel" diyemediğinden "git" dedirtiyor her defasında doğa üstü bir güç. Dolayısıyla kendi kendine özlemeye devam ediyorsun. 


          Aslında tek yapman gereken, arayıp "özledim" demekken, sen mal gibi, o seni arasın diye telefonuna bakarak yaşıyorsun.


          Korkuyorsun çünkü, sen onu aramamak için kendinle bu kadar savaşırken, onun seni özlememiş olmasından.


          Çünkü özleseydi, arardı....

14.2.12

duyulavmi?



          Ne kadar zor birini sevmek… Önce kaşını gözünü beğeneceksin sonra kıyafetlerini, konuşmasını, düşüncelerini… Sevgilinizi komik mi alırdınız yoksa zeki mi? İsterseniz içine birazda romantizm ekleyebiliyoruz promosyon olarak!?

          Aslında çok da fazla seçme şansın yok, neye göre aşık oluyoruz bilmiyoruz sonuçta… Bir tabur adamla tanışsan içlerinden sadece birini seçiyorsun. Televizyonlarımızın vazgeçilmezi evlendirme programlarında da dedikleri gibi “elektrik alıyorsun” birinden işte o kadar…

          Etrafında bir dolu seçenek varken, senin parmağın sadece onu işaret ediyor. Kapında yatsa diğerleri, umurunda değil…

          Başlarda her şey çok heyecanlı oluyor. Aradığı zaman kalbin pörtlüyor, gördüğün zaman elini kolunu koyacak yer bulamıyorsun. O andan itibaren her şey bir mucizeye dönüşüyor; aynı anda birbirinize mesaj atmalar, tam da onu düşünürken seni araması, efendime söyleyeyim bir gülüşmeler sırıtmalar… Zaman geçtikçe monotonlaşsa da yaşadıklarınız fark etmiyor artık senin için çünkü çoktan kötü yola düşmüş oluyorsun, artık ayı da olsa öküz de olsa, anlayışsız bir domuz da olsa seviyorsun onu…

            Ne kadar zor aslında birini sevmek… Çünkü sevdiğin zaman sevilmek de istiyorsun. Bütün önceliklerin o olmuşken, sen de onun önceliği olmak istiyorsun. Kocaman bir pasta olan hayatının tümünü ona hediye ediyorsun ama senin onun pastasında sadece bir dilim olma fikrin canını sıkıyor. Sen, her zaman yanında olmasını isterken, o arkadaşlarıyla buluşuyor. Ama en çok da, sana söz vermişken son anda başka bir iş çıkarmasına sinirleniyorsun. Telefon konuşmaları azalıyor, görüşmeler seyrekleşiyor. Belki de hiç başlamamış olan ilişki bitişe doğru ilerliyor.

          Ama artık ne olursa olsun seviyorsun onu. Fakat zaman geçiyor ve aranızdaki ilişki ilerledikçe şartlar zorlaşıyor. O hiçbir zaman senin ne istediğini anlamazken, sen her zaman onu suçluyorsun. Ama yine de anlam veremediğin bir şekilde sabah onunla uyanıyor, akşam onunla yatıyorsun. Adı ağzına yapışıyor… Arkadaşların dinlemekten bıkıyor, sen anlatmaktan bıkmıyorsun… 

          Sonra sürekli aklında aynı soru dolanıp durmaya başlıyor."Beni seviyor mu?" ve bunu kendine sorduğun anda, sizi masallara götürecek olan at arabası bir anda kocaman bir kabağa dönüşüveriyor. Çünkü biliyorsun, o seni ya sevmiyor ya da hiç senin onu sevdiğin gibi sevmemiş aslında... Aklında binlerce soru beliriyor ve en çok da "Madem sevmiyordu neden hayatıma girdi?" diye düşünüyorsun.

          O bile senden uzaklaştığını bilmezken, sen hissediyorsun… Elinden gelen her şeyi yapıyorsun belki başa dönmek için fakat sonra çırpındıkça batmak yerine, üzüntülerini de alıp, sen onu terk ediyorsun.

          Terk ediyorsun çünkü daha fazla acı çekmek istemiyorsun… Çalmayan telefonlar, gelmeyen mesajlar, söylenmeyen sözler artık sinirlendirmiyor seni sadece üzüyor. Sen bütün hazırlıklarını yapmış ona giderken, onun kapılarının kapalı olması, o kapıyı kırmak istemen yerine, seni kırıyor...

          “O da beni seviyor mu?” sorusunun cevabını da alıp gidiyorsun sonuç olarak.

          Bu yüzden belki, sevişmek sevmekten daha kolay geliyor insanlara çünkü biriyle sevişirken o da benimle sevişiyor mu? diye düşünmen gerekmiyor… 

13.2.12

Huzur İsrafta


          Hayatını değiştiremiyorsan, saçını değiştir en azından havan olur…

          Terk mi edildiniz? Sevgilinizle mi tartıştınız? Hemen koşun kuaföre ya da alışveriş merkezine…  Değişiklik yapmak iyi geliyor. Kendinizi daha iyi hissediyorsunuz ama aslında hiçbir şeyin değiştiği yok. Sadece daha güzel göründüğünü düşünmek biraz özgüven salgılıyor, o kadar. Sabah uyandığında yine aynı acıyla uyanıyorsun. Karnında böyle kocaman bir sancı, bilinçten önce geliyor bedene. Neden üzülmüştüm ben diyorsun ve ardından aklına geliyor…

          Saçımızı boyatıp yeni kıyafetler giydiğimizde her şeyin daha iyi olacağına inanmamız aslında tamamen çok fazla Türk filmi izlememizden kaynaklanıyor. Neymiş; terkedilen, istenmeyen kadın zengin olmuş ve yeni kıyafetler almış, o güzelim uzun kahverengi saçlarını da güya kestirmiş sarı peruk takmış. Adam da kadına aşık olmuş, bin pişman, kul köle ve ardından mutlu son!

          Paralel evrende işler böyle yürüyor olabilir fakat gerçekler hiç de bu şekilde ilerlemiyor. Sen gidiyorsun bilinçaltındaki Yeşil Çam rüyasıyla, “depresyondayım kuaför bey benim saçları biraz uçuralım!” diyorsun. Maaşının üçte ikisiyle de yeni ciciler alıyorsun. Buraya kadar her şey senaryoya uygun ama sonrasında ne gelen var, ne giden…

          Papaz olmuş saçların ve kredi kartı borçlarınla apışıp kalıyorsun… “Bir kutu da mendil alsaydım keşke ağlayınca sümüklerim aktı” repliğiyle sonlanıyor muhteşem filmin.

          Velhasıl ne yaparsan yap olmuyor bazen…

          Huzur israfta olsa da, her zaman filmler mutlu sonla bitmiyor. Sana da sadece yeni saçların, kıyafetlerin ve her şeyin bittiğini idrak etmek kalıyor…

11.2.12

Ergen Terk

          Şuan isteyeceğim en son şey, yeniden ergen olmak…

          Çirkinsin bir kere, üstelik buna rağmen kendini dünyanın en güzel yaratığı zannediyorsun. Yüzün bir acayip, bir gözün kalk gidelim diyor öbürü bok yeme otur… Bedenindeki büyüme nedeniyle eline koluna hakim olamıyorsun.  Sivilceler basmış dört bir yanını, baktığın her yerde diş telli insanlar duruyor.

          Garson boysun üstelik, Çocuk mağazasındaki kıyafetler küçük, diğerleri ise büyük oluyor. Ayrıca ne giysen ya çocuk gibi oluyorsun ya da annenin dolabını karıştırmış gibi…

          Zaten ne istesen olmuyor; barlara girmek için yaşın tutmuyor, içkiyi gizli saklı içiyorsun, gece arkadaşında kalmak için izin istiyorsun, zaten baban istediğin kot pantolonu ve ayakkabıları da almadı! Arabayı da vermiyorlar! Sevgilin de seni terk etti! Nağğlet olsun böyle hayata! Modundasın…

          O dönemde nasıl aşık olmuşuz birbirimize diye sormadan edemiyor insan kendine… Gerçi zaten aşık olsan da sonsuza dek sürmeyeceği aşikar. Bu gidecek bundan sonra yenisi gelecek, sonra bir başkası… Daha önünde çekilmemiş bir ton aşk acısı…

          Hoşlandığın kişiyi öpebilmek için şişe çeviriyorsun, elini tutabilmek için sinemaya gidiyorsun, görebilmek için kafelerde buluşuyorsun. Hayır; zaten ikimiz de çok çirkiniz, eninde sonunda da ayrılıcaz, niye kasıyoruz bu kadar? Dememişiz hiç!

          Yine de o zamanlar aşık olmanın tadı bir ayrı oluyor çünkü sevdiğin kişiyi sadece “o” olduğu için seviyorsun. Arabası yok, evi yok, işi yok… Askerliğini yapmış olma ihtimali yok, yemek ya da temizlik yapamıyor olması problem teşkil etmiyor… Sadece “o” olduğu için aşık oluyorsun. Yani ergen aklınla lanet ettiğin hayatta aslında en güzel aşkı yaşıyorsun ama salak olduğun için onun da kıymetini bilmiyorsun.

9.2.12

Marilyn Olsa Ne Derdi?

“Erdemli bir kız öpüşür ama aşık olmaz, dinler ama inanmaz ve terk edilmeden önce terk eder…”

“Yatakta ne mi giyiyorum? Birkaç damla Chanel No. 5.”
“Şöhret harikadır ama soğuk bir gecede ona sarılamazsınız.”
“Eğer bir kızı güldürebiliyorsanız ona her istediğinizi yaptırabilirsiniz.”

“Hayatın gerçekleri kurduğumuz hayallerden çok farklı. Uzunca bir süreden beri yalnızken mutsuz olmak, birisiyle mutsuz olmaktan daha iyi geliyor bana.”
“Bir erkeğin dünyasında yaşamaya aldırmam yeter ki orada da bir kadın olarak bulunabileyim..”
“Cinsellik doğanın bir parçası ve ben doğayı çok seviyorum..”
“Kimseyi kandırmadım. Ama insanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Hiç biri benim kim ya da ne olduğumla ilgilenmedi. Bunun yerine benim için bir karakter yaratmayı tercih ettiler. Onlarla elbette tartışmayacaktım. Çünkü nasılsa olmadığım birine aşıklardı…”
“Eğer aptal bir kadını oynamam ve aptalca sorular sormam gerekirse akıllı bir kızmışım gibi davranmaya başlamam yeterli olur…”
“İhtiyarlamadan önce yaşamak zorundayız. Çünkü pişmanlık duymak en az korkmak kadar aptalca…”
“Gerçek aşık seni bir tek öpücükle bile kendinden geçirebilendir…”
                                                                                             Marilyn Monroe

8.2.12

Merhaba Mörfi, Öpüşelim mi?


          Sevgili Mörfi, aramızın çok bal olmadığının farkındayım. Nitekim yıllar yılı, ne zaman evden acil çıkmam gerekse çorabımın tekini bulamadım, hangi şeritten gitsem hep ötekisi ilerledi, hatta diğer şeride geçtiğimde de az önce bulunduğum şerit sular seller gibi aktı. Her karşıdan karşıya geçmeye çalıştığımda şehirdeki bütün arabalar oradan geçti, bir bluzu ne zaman çok severek giysem üzerime mutlaka yağ damladı, ne kadar paspal olursam o kadar eski sevgilimle karşılaştım. Soğan ve sarımsak yediğimde ise sevgili olmak istediklerimle burun buruna geldim…
          Bu yaptıklarınla bir şekilde baş etmeyi başardım. Fakat Erosla samimiyetiniz konusunda oldukça rahatsızım. Benim bu kadar rahatsız olmama rağmen sizin çok eğlendiğinizi de biliyorum. Ama ben hiç eğlenmiyorum! Bak, bak yüzüme bak gülüyo muyum ben?
          Siz arkadaş olduğunuzdan beri, kime aşık olsam; ya eski sevgilisini unutamamış ya ciddi bir ilişki yaşamak istemiyor ya da bana aşık olmuyor! Başlarda Erosun ok konusunda kıtlık çektiğini düşündüm, herhalde bir tek bana yetecek kadar oku vardı… Fakat sonradan anladım ki, bana aşık olup da benim hoşlanmadığım adamlar olduğuna göre bu işte senin parmağın olmalıydı. Gülme diyorum!
          Daha derin bir şekilde düşündüğümde çocukluğumdan beri dinlediğim bütün masalların da sizin işiniz olduğunu anladım. Her masalın sonunu aşkla bağlamak iyi numara, tebrik ederim.
          Neymiş? Pislik üvey annesi yüzünden pişmiş tavuğa dönen prenses, zehirli elmayı yemiş bayılmış ve ardından beyaz atıyla bir prens gelmiş, onu aşkla öperek bütün dertlerinden kurtarmış. Yok efendim eline zehirli tığ batan dünyalar güzeli yavrucak sonsuz bir uykuya dalmış, hop hemen oradan bir prens gelmiş kızı öpmüş ve ardından her şey mükemmel olmuş. Ver acıyı, ver acıyı sonra yapıştır prensi olsun bitsin…
          Yüz yıldır insanım, haala yapıştıramadınız prensi!
          Demem o ki, bu iş böyle olacak gibi değil, biz de seninle öpüşelim, barışalım ve ardından her şey mükemmel olsun!
          Erosa selamlar, sevgilerimle...

Şoşo ve Delitasyon

Bilgisayara yumulmuş çalışırken darlandım, biraz kendime gelmek için yerimden kalktım ve ofiste dolanmaya başladım. Satış ofisindeki kızların yanına gittim, biraz dedikodu yapar eğleniriz diye… Kapıdan içeriye girmemle birlikte hayatımda daha önce hiç duymadığım bir soruyla karşı karşıya kaldım.
-Meditasyona gidelim mi?
Bir afallama yaşadıktan sonra, üç saniye kadar içimden düşündüm “ meditasyon mu? Ne ki o? Nasıl yapılır ki?” ve cevap verdim.
-Tamam gidelim.
Biz ofisin umutsuz ev kadınları, üç kız, çamura dönmüş aşk hayatımızdaki sorunları düşünmekten biraz uzaklaşmak için meditasyona gidiyoruz. Amerikan sineması sana sesleniyoruz, hep senin başının altından çıkıyor bunlar!
Koştur koştur işten çıkıp küçük arabamıza binerek koyuluyoruz yola.  Müziği de açıyoruz bangır bangır, böğürmek suretiyle şarkı söyleyerek gidiyoruz yavaş yavaş nitekim çok trafik var (Selam Melih Gökçek Naber?) İçimizdeki Halil Sezai’yi arabaya kustuktan sonra inşaatın yanındaki krem rengi villaya ulaşıyoruz.
Arabayı park ediyoruz, içeri girmek için bahçe kapısını zorluyoruz. O sırada villanın içinden çıkan turuncu şalvarlı, uzun kabarık saçlı ve sakallı amca Hürrem Sultan Türkçesiyle yol gösteriyor “ oradan değil garaj kapısından!”  Neyse garaj kapısından, bacasından bir şekilde içeriye giriyoruz. Ayakkabılarınızı çıkarın komutundan sonra, şipidik çoraplı ayaklarımızla sonunda kapalı bir yerdeyiz. Ne olduğu tam anlaşılmayan bir yer, ev gibi, ama olmaması gerekmez miydi? Bildiğin ev burası diyorum ve adam “evet hepimizin evi burası, sizin de eviniz” diyor!?
Bir kadın geliyor hemen, sakallı amcanın karısıymış, terlik verelim size diyorlar… İstemiyoruz. Giymem ben öyle başkasının giydiği terliği kaç kişi giyiyordur onu kim bilir falan diye içimden söylenirken, kadın ve adam sürekli ısrar etmeye devam ediyor “giyin, giyin üşürsünüz bıdı bıdı bıdı…” Darlanıyorum artık ben, giyicem yani artık yeter ki ısrar etmesinler daha fazla… Dolaptan komik kalpli terlikler çıkıyor, hepimize bir tane…
Geriliyorum ben, sigara içmem lazım “biz uzun yoldan geldik de nerde sigara içebiliriz?” diyorum istemsizce “uzun yol?” neyse… Balkonu gösteriyor kadın;
“Burada içebilirsiniz, balkonda terlik de var”
 Ne terliği? Balkon terliği mi? Evde ayrı balkonda ayrı terlik mi giyiyorsunuz? Diye kıkırdarken balkonda “Yalan Dünya Pilastik Terlikleri” ile tanışıyoruz. “Merhaba dünyalı!”
Terlikle kafayı bozmuş meditasyoncu kadın gittikten sonra “bizden başka da kimse yok herlde” diye konuşurken bir araba yaklaşıyor. Bir kadın ve bir adam iniyor arabadan. “Tanıdıklarmış bide ahaha bak onlar daha uzun yoldan gelmiş, 07 plaka Antalya’dan geliyorlar herhalde” şeklinde saçma konuşmalrın ardından sonunda evin bodrum katına meditasyon alanına iniyoruz.
Bomboş bir oda, yerde otobüs koltuklarına benzer minderler var, duvarda da meditasyon felsefemizin temsilcisi Şoşo amcanın fotoğrafları ve yazıları…
Bizi kapıda karşılayan Kabasakal amca, bir oda gösteriyor ve üzerimizi değiştirebileceğimizi söylüyor. Neden ne giymemiz gerekiyordu ki?
Kabasakal amca, terlikçi kadın, Antalyalı kız ve abisi, sarışın kız, sakallı yabancı amca ve biz. Ortam çok canlı, daha da canlanacak ama henüz biz bilmiyoruz. Hepimiz yerdeki minderlere oturuyoruz. Şoşo hakkında biraz bilgilendirildikten sonra “Dolunay Kutlaması Ritüeli” için hazırlanıyoruz. Adam bize ritüeli anlatırken kulağımda bir uğuldama oluyor “yarım saat istemsiz hareketlerle dans edeceğiz..” nasıl yani?
Herkes oldukça cool görünüyordu aslında dans nerden çıktı ki şimdi? Hani bağdaş kurmalı, Nirvana’ya ulaşmalı meditasyona noldu? İiydi o! Ne dansı beee! Derken ben, herkes ayaklanıyor.
Şoşo amcanın yaptığı enteresan etnik müzikler dolduruyor odayı, “hayır ya olamaz”
Terlikçi kadın elinde bir sepetle bize doğru yaklaşıyor, içinde ne olduğunu anlamıyorum, yüzüme bakıyor, çorap zannediyorum ki uyku gözlüğü olduğunu anlıyorum. “Dans ederken konsantre olabilmek için” te allaaaam! İmdat!
Neyse benim çok sevgili, meditasyona gidelim fikrinin sahibi canım arkadaşım hemen kapıyor bir gözlük, biz istemiyoruz, neyse ki bu sefer ısrar etmiyor…
Herkes dans etmeye başlıyor, yani siz ona dans derseniz tabi… Antalyalı ablamız bildiğiniz zombiymiş, abisi ise goril, kabasakal amca dolunayla iletişim kurun diye bağırarak elleri havada apaçi dansı yapıyor, karısı lirik dansçı, yabancı amca elleri kolları hoppidi hoppidi zıplıyor, sarışın kızsa Demet Akalın’ın dansçısı kıvamında… Fikir sahibi arkadaşım gözünde gözlük flemenko hareketleri yapıyor, diğer arkadaşım gülmekten gebermiş vecihi taklidi yapıyor, bense anormal! görünmemek için sallanıyorum sadece…
Bu şekilde yarım saat boyunca dans etmemiz gerekiyor, ama ben sadece gülmekten kusuyorum… Hatta çok gülüyoruz diye yaramazlıktan ceza alıyoruz ve vecihi arkadaşım gözüne gözlük takılarak başka köşeye göderiliyor!
Zaman geçmek bilmiyor, tam dalmışım “bunlar da geçicek” diye düşünürken yabancı amca boğa şeklinde bana doğru koşmaya başlıyor! Kenara kaçarak kurtulmayı başarıyorum derken Antalyalı abi yerde taklalar atmaya başlıyor! ve hepsi “uaaa aaa” şeklinde sesler çıkarıyor… “Aman Yağrabbi!”
Herkes kendini o kadar kaptırmış ki kan ter içindeler, ortamda tütsülenmiş bir ter kokusu, sanırım artık bayılıcam… O sırada müzik bitiyor ve herkes kollarını havaya kaldırarak bir ağızdan “ŞoŞoooo” diye bağırıyor ve benden yükselen o ses “Oooo Yeeee”
Bitti zannediyorum ama bu yaklaşık yirmi dakika daha devam ediyor, tımarhanedeyim herhalde, kamera nerde el sallıcam söz veriyorum kızmıcam!
Sonunda üç kere “Şoşooo” diye bağırarak delirmek şeklindeki dansa bir son veriyoruz.
Yerlerimize oturuyoruz, bu sefer lirik dans başlıyor, yabancı amca namaz kılarımsı hareketler içinde secdeye falan yatıyor… Sanırım rüya görüyorum!
Gözlerimizi kapatıyoruz, on dakika kadar müziği dinliyoruz…
Sonraki on dakika da ise müzik de kesiliyor ve açlıktan gebermek üzere olan midelerimizin gurultusu eşliğinde kabasakal amcanın sözleriyle meditasyon yapıyoruz! Yatak odası ses tonuyla anlatıyor amca, aşk içinizde, siz sevgisiniz… ve sarışın kızın horlama sesi duyuluyor…
Kabasakal amca bozuntuya vermeden devam ediyor, “ölüsünüz siz, yoksunuz aslın…” ve ben de uyuyorum…
Bir çan sesiyle uyanıyorum, sanırım uyuyakalanlar için bu yolu bulmuşlar…
Biraz da kitap okuyorlar bize, Şoşo kitaplarından ve sonunda meditasyon! Bitiyor….
Kaba sakal amca yanımıza geliyor; “Pazar günü de Zen kahvaltısı yapacağız, burada duşunuzu aldıktan sonra kahvaltı yapabiliriz…”
Ardından yine terlik ısrarıyla hep birlikte fotoğraf çekiliyoruz…
Pılımızı pırtımızı toplayıp yukarıya kendimizi zor atıyoruz…
Antalyalı kız kıstırıveriyor köşede, fikir sahibi arkadaşımıza bakıyor ve “sensin dimi?” diyor, bizimkinden cevap geliyor;
-Tabi insan insana benzer…
-Hatırlamadın mı beni? Şişko Zeliha’yım ben!
-Aaaaa Şişko Zeliha, gel bir öpeyim!
Diyaloğunun ardından Şişko Zeliha’nın abisi diğer arkadaşımın beş dakika kadar anlamsızca elini sıkıyor, konuşmuyorlar ama hepsi bir garip bakıyor zaten. Sanırım huşu içinde olduklarından… Ama ne olduğu artık umurumda bile değil, hayatım boyunca unutamayacağım anılarımı da yanıma alarak ayakkabılarımı yarım yamalak giyip olay yerinden kaçarken, fikir sahibi arkadaşımın son yorumuyla gerçekten ölmek istiyorum “Terlikler Güzelmiş”!

6.2.12

Seni Öpücem Sıkıcam çok Sevicem!

          Kadınların kendi içlerinde, çok derinlerinde yarattıkları Harikalar Diyarına hoş geldiniz. Girişler ücretsizdir, herhangi bir tavşanı takip etmenize gerek yok. Zaten karşınızdaki kadın, siz fark etmeden sizi oraya çekecektir.
          Kadınların beyinlerini yumağa benzetiyorum ben. Karman çorman bol sarmallı… Erkeklerin beyni ise otoban gibi dümdüz, direk ve net...
          Bir erkeğe; “merhaba” derseniz, bu “merhaba” demektir. Oldukça açık ve net…
          Bir kadına “merhaba” derseniz, bu “senden hoşlanıyorum” demektir. Oldukça saçma ve net…
          Yıllar yılı, ilk adımı erkeklerin atması gerektiği dayatmasıyla yetişen kadın, o kadar çok beklemeye maruz kalmış, içinde yaşadıklarını açıklamaktan o kadar çok kaçmak zorunda kalmıştır ki, sonunda konuşmak yerine adamın hareketlerinden çıkarım yaparak sonuca ulaşma yoluna gitmiştir. Bu durum da tabi ki hem adamları hem de kadınları maymuna çevirmiştir.
Aşık olan kadın ne yapar?
Bekler…
İşaretleri bekler…
          İlkokul çağlarından bu güne dek gerek ailesi gerekse arkadaşları tarafından bu şekilde yönlendirilmiş olan kadın, aşık olduğu anda gözlem yoluna gider. Erkeğini bir belgesel edasıyla izler kadın. Bu işaretler sandığınız gibi gözle görülür, elle tutulur şeyler değildir nitekim sezgileri açık olmalıdır. Pusuya yatmış avını bekleyen kadın, aynı zamanda “hahayt umrunda da değil!” havasına bürünmeli ve karizmasını da korumalıdır. O andan itibaren adam ne yaparsa yapsın, kendini bu sarmalın içinden çıkaramaz. Çünkü bu noktadan sonra bir erkek;
  • Her gün arıyorsa, çok aşıktır.
  • Arada bir arıyorsa, aşıktır.
  • Hiç aramıyorsa, aşıktır ama kadının aramasını bekliyordur.
  • Arayınca açmıyorsa, aşık ve meşguldür.
  • Aramalara geri dönmüyorsa, aşıktır ama çok meşguldür, elbet arayacaktır.
  • Bir haftadır hiç aramamış ve aramalara da cevap vermemişse, kesin bir açıklaması vardır! Eninde sonunda arayacaktır çünkü aşıktır!
          Pes etmez kadın. Attığınız her adıma dikkat eder, “merhaba” ve “merhaba canım” hatta “merhaba cnm” diye attığınız mesajlar arasındaki farkı siz bilmezsiniz ama o bilir ve bütün arkadaşlarını arayarak “bana canım dediiiiğğğ” çığlıklarına boğulur. Sizin gözünüz dalar, kadın “bana bakarak ne düşünüyor acaba?” der. Maazallah ayağınız kayar ona doğru sendelersiniz, bilerek yapmış olursunuz. Saçını çekersiniz, kesin bana aşık kur yapıyor der... Bu girdaba girmeniz, tabirin kusuruna bakmayın ama, sıçtığınızın resmidir.
          Siz farkında olmadan bu tip sinyallerle kadını ve kız arkadaşlarını ona aşık olduğunuza inandırırken, aslında hiçbir şeyden haberiniz yoktur. Kendi hayatına devam etmektedir erkek. Fakat zaman geçtikçe kadının beklentileri artar, artık erkekten bir açıklama beklemektedir. Sinirleri yıpranan kadın sonunda patlar, erkek aval aval gezerken kız kısmı trip atar, ağlar, üzülür…
          Beklenen açıklama hala gelmiyorsa, kadın artık duygularıyla oynandığını düşünür ve sırtını döner bu aşka… Bitmesi gerektir artık… Aslında hiç başlamamış olan ilişkisini bitirir kendi kafasında ve uzaklara gider…
          Erkekse ne olduğunu anlamaz, birden bire uzaklaşmıştır kadın ondan! “Ben ne yaptım ki?” diye düşünür durur...
          Mutlu sonla bitmez genelde bu hikayeler, kız arkadaşların durmadan anlattığı, romantik komedilerde adamların sahnelere çıkıp aşkını haykırdığı hikayeler, hikayedir çünkü…
          Zaten bir kadını bu kadar bekletip, hayallerini bu kadar kırdıysanız, bir gün elini bile tutsanız buna bir anlam yüklemeyecek kadar hissiz olacaktır. Çünkü artık ona erkekler öğretmiştir dümdüz olmayı, otoban gibi, boş ve net.

2.2.12

Obsesif Rapunzel


          Ne kadar kolay seviyoruz her şeyi, bir arabayı, evi, pantolonu, küpeyi… Ruhu olmayan her şeye bir anda aşık olabiliyorken insanları neden sevemiyoruz? Bir kıyafete sahip olmak istediğimizi bas bas bağırabiliyorken neden bir insanı sevdiğimizi söylemek bu kadar zor? Çünkü bir gömlek sizi üzemez, kıramaz… Aksine seninle olduğu süre boyunca yıpratır kendini, üzerinde parçalanır gerekirse. Birbirimizi o kadar kolay kırabiliyoruz ki artık, sevmeye de korkuyoruz. Seversek ve bunu belli edersek, maazallah karşımızdaki bizi salya sümüğe boğup harakiriye teşvikte bulunabilir çünkü.

          Rapunzel olsa şimdi korkacak mıydı saçlarını sarkıtmaya kuleden?  “Yok prens kardeş şimdi ben saçları uzatıcam, sen yukarıya tırmanacaksın, beni hapsolduğum kulemden kurtaracaksın… eyvallah! ama sonra? Birkaç ay geçince tartışmalar alevlenecek, heyecan bitecek, şatoya geç gelmeler, başka prenseslerle kesişmeler falan olacak… Ben gelemem böyle şeylere…  Bırak sen beni kulemde rahatım ben, aşık olup bir de aşk acısı çekmekle falan uğraşamam saolasın..” mı dicek?

          Engel olmak yerine kendimize, sevsek ya… Biz de mutsuz oluruz… ne olmuş?