Kadınlar sever diye yazdım, erkekler de sevdiceğim.

24.11.13

"Emre Kınay" Dünya Yıkılıyor ama O Hala Tiyatronun Peşinde

Neredeyse 1 sene önce bir araya gelme şansı yakaladığım Emre Kınay’la “her şey” üzerine yaptığımız uzun ama çok tatlı sohbeti yayımlamak bir türlü kısmet olmamıştı. Bu röportajın bilgisayarımın tozlu dosyaları içerisinde beklemesinin büyük haksızlık olduğunu fark ettim ve hemen sizlerle paylaşmaya karar verdim. Emre Kınay’a da içten sohbeti için tekrar çok teşekkür ederim.

Çocukken de oyuncu olmak mı istiyordunuz?
Hiç düşünmedim, bir meslek belirlemedim ben. Liseden sonra karar verdim oyuncu olmaya daha doğrusu yönetmen olmaya. Sonra oyunculuktan başlayıp o şekilde devam ettim. Aslen hukuk okuyordum ben fakat sonra okulu dondurdum iyi ki de dondurmuşum ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarında tiyatro bölümüne girdim. Bu sene de yeniden sınava girip tekrar hukuk okumak istiyorum.

Peki, avukatlık yapmayı düşünüyor musunuz?
Niyetim var aslında ama bilemiyorum tabii… En azından, herkesin hobisi var mesela tiyatro, benim de hukuk hobim ama okuyacağım tabii ki. Bu sene öğrenci olmak niyetindeyim.

Türkiye’deki sanat eğitimi ne durumda sizce?
Sanat eğitimi iyi fakat sanat takipçisi yok.

Ankara’da tiyatro bileti bulmakta çok zorluk çekiyoruz. Genel olarak oyunlar full oynuyor. İstanbul’da durum böyle değil o zaman?
İstanbul’da zor böyle enstantaneler görmek fakat ben şehre nasıl kızayım? İnsanlar sabahın 8’inde çıkıyorlar evden, aksam işten 6’da çıkıyorlar ondan sonra iki buçuk saat İstanbul trafiğinde kalıyorlar. Böyle bir günden sonra da gelsin oyunu izlesin diyemiyor insan. Ankara’nın kompakt bir durumu var. Arabayla 5 dakikada, toplu taşımayla 15 dakikada istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz. En önemlisi oyun bitince evinize ulaşmanızda bu sürelerde. İstanbul çok büyük yani Avcılar da İstanbul, Kartal, Pendik de İstanbul. Dolayısıyla bizim de Ankara turnelerimiz aslında daha keyifli geçiyor çünkü dolu dolu oynuyorsunuz. Yani tiyatroların bu kadar dolu oynaması Ankara’ya özel bir durum kısacası…

Ankarada sosyal etkinliklerin az olmasından kaynaklanıyor olabilir mi bu durum?
İstanbul’da da az olsa keşke. Tiyatrolar, konserler… Gerçi pop, caz vs. konserler dolar ama tiyatrolarda öyle bir durum göremiyoruz. Yani herkes tiyatroyu çok seviyor ama uzaktan. Yeni sezon hayırlı olsun diye binlerce tebrik geliyor fakat kaçı tiyatroya geliyor?

Dizilerden de tiyatrodan aldığınız tadı alabiliyor musunuz?
Ben oyunculuk yapmaktan keyif alıyorum dolayısıyla her yerde de aynı oyunculuğu yapıyorum. Benim için değişen bir şey yok. Dizi biraz daha zor tabii, en azından oyun gibi başlayıp biten bir şey değil. Set zor bir iş… Bir sahne çekmek için yirmi saat beklediğin zaman orada keyfi kaçıyor insanın. Artık zulme dönüşüyor ama seyrederken aynı oranda keyifli bir iş. Severek yapıyorsun sonuçta. Oyunculuğun konusu içinde sonuçta sinema, tiyatro, dizi, reklam, sunum… Oyuncunun işi bunlar. O yüzden benim için bir ayrım yok. Oyunculuk bir ve tektir. Bir insan oyuncudur ya da değildir.

Alaylı oyuncu ve eğitimli oyuncu arasında fark var mı sizce?
Var tabii. Bin yılın tartışması bu. Mankenler de oyunculuk yapacak sonuçta kimsenin tekelinde değil oyunculuk ama sürdürülebilir bir meslek olarak yapmak için akademik bir bazda üzerine kafa yormuş olmak ve detaylı çalışmış olmak şart. Yani, üç tane üfürükçünün karıştırdığı macun omuzunuzun ağrısına iyi geliyor olabilir ama ağrınızın tekrarlamasını engelleyecek bir yöntem değil. Dünya da bunu kabul ediyor bu arada bir dönem için iyi geldiğini. Onun gibi bir şey…  Sonuçta bunun bir yöntemi var her işin olduğu gibi… Bu yöntemin içerisinde yapılması, belirli bir hiyerarşi, liyakat her meslekte olduğu gibi oyunculukta da önemli… Akademik durum, benim sevdiğim ve de yapmasaydım bu işte olmayacağım bir neden hatta. Akademik bir gelişim yapmasaydım bu işi yapmak da istemezdim.

Devlet tiyatrolarının özelleştirilmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Özelleştiremezler öyle bir şey mümkün değil. Herkes rüya görmekten bir uyansın başbakan dahil. Böyle bir şey yapamazlar.  Anayasayı değiştirirler, bu vatandaş da anayasa değişirse din esasında yönetilen bir devlet haline dönüşeceğini fark eder elbet.  Ben şuanda devlet tiyatrolarında 40 liraya oynuyorum aynı prodüksiyonu özel tiyatrolarda yapmaya kalksan 150liraya bilet! Nasıl seyredeceksiniz?  Hadi İstanbul’da seyrettirdiniz, nasıl götüreceksiniz Konya’ya? Nasıl yapacaksınız bunu? Ben özel tiyatro yapan biri olarak söylüyorum bunu.  Tiyatro sanatının yaygınlaşması, Türk ve Dünya tiyatro edebiyatının seçkin eserlerinin, klasiklerin, seyirciyle buluşturulması ve bununla beraber insanlara evrensel öyküler anlatmak devlet tiyatrosunun kuruluş amacıdır. Bu hikayelerle toplumlar gidilen turnelerdeki yerleşim yerlerini çağdaşlaştırır. İnsanlar belirli bir çizgiye gelirler. Böylece daha sonra ben özel tiyatro olarak gittiğimde beni yadırgamazlar. O yüzden kimse rüya görmesin. Devlet tiyatrolarını kapatmak o kadar kolay bir şey değil. Ben 22 yıldır bu işi yapıyorum profesyonel olarak 22 yılda 4 Cumhurbaşkanı 8den fazla Başbakan gördüm çok gördük yani, daha da görürüz. Bu açıklamaları yapan yönetici olarak ne ilk olacak ne de son.  Bunun sebebi araştırımalı aslında, ben size söyleyebilirim ama rahatlıkla. Tiyatroda bir aktör sahneye çıkıp da bir hikaye anlatmaya başladığında orada makamınız mevkiniz ne olursa olsun yandaki bakkal Ahmet Efendiyle aynı sırada aynı şartlar altında oturup oyunu izlemek zorundasınız. Ben konuşurken sakız çiğneyemezsiniz, ben konuşurken ayağa kalkıp gezemezsiniz, nezaketinize bağlı olarak çıkıp salonu terk edebilirsiniz, yuhalamak da nezaketiniz sınırları dahilinde bir şey… Müdahale edemediğin alanı yok etmek siyasetin doğasında olan bir şeydir.  

Peki, 22 yıl boyunca oyunculuk adına neler değişti sizce?
Ben ne sıkıntı çektiysem 5000 yıl öncede aynı sıkıntılar çekildi bence. İyileşen şeyler de var, kötüleşenlerde. İyileşen şey; teknoloji gelişti sinema ve televizyonda özellikle, kötüleşen şey ise teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen sinema ve televizyonda hala dünya standardında bir çalışma performansı oturtamadık. Tiyatro; çok gelişti. Siz şimdi benimle röportaj yapıyorsunuz ama benden çok daha iyi oyuncular var Diyarbakır’da, Trabzon’da birçok yerde… Fakat hala seyircinin kafası hikaye anlatıcısı olarak aktörü algılamış değil. Tanınan ve bilinen kişi olarak algılandığı için bu süreçte de daha çok değişti, oyuncular olarak daha çok tanındık medya olanaklarıyla. Çok tanınanlar daha çok tanındılar ama onlardan çok daha iyi oyuncu olanlar da o sıradaki yerlerinde konvansiyonel olarak kaldıkları için sanki yoklarmış gibi davranıldılar. Yani bir tarafıyla iyi bir şey oldu her şey gelişti, bir tarafıyla kötü bir şey oldu kaynak yaratmakta sıkıntı var. Yani içli dışlı bir soru, hakikaten konferans konusu bu. Sinematografik olarak ilerledik mi? Hayır, hatta sinematografik olarak geriye geldik.

Dizi sektörü nereye gidiyor?
Dünyanın hiçbir yerinde bir haftada 95-100-110 dakikalık diziler çekilmiyor. Fiziksel olarak çekilemez de. Yabancı aktörlerle konuştuğum zaman, tesadüflerle bir araya geldiğimizde, onlara söylediğimiz zaman inanamıyorlar zaten. İnandırmaya çalışıyoruz “biz bunu beş günde çekiyoruz” diye inanmıyorlar. Yani uyumuyoruz biz sürekli çalışıyoruz hakikaten. Fakat bu Türk insanının emeğinin sömürülmesine ne kadar müsaade ettiğiyle doğru orantılı bir sonuç çünkü adamı bir sete koyuyorsun ve üç gün oradan çıkarmıyorsun. Aktörler sete gelip gidiyor olabilir fakat o sette çalışan, performans gösteren setin çaycısından ışıkçısına kadar herkes çok ciddi emek harcıyor. Üstelik karşılığı çok düşük bu yüzden zaten standardı konuşamayız çünkü bunun standardı algı süresiyle paralel olarak 50-52 dakika gibi. Mesela şimdi Game of Thrones diye bir dizi var ben çok severek izliyorum, bir bölümünü altı haftada çekiyorlar ve 45-47dk arası bir bölümü. Buna karşılık biz 90 dakikayı beş günde çekiyoruz. Yemek yaptığınız zaman, yalancı dolma mı lezzetlidir yoksa yaprak sarma mı? Yaprak sarmak uzun iştir, önce yaprakları suya koyacaksın çıkaracaksın, sapını ayıracaksın, saracaksın, demleye demleye pişireceksin. Öbüründe; yapıştır koy. Bizim yaptığımız şuanda o. Aslına bakacak olursanız bu işi anında çözebilecek bir tane mekanizma var. İçki bardağını, sigarayı buzlamayı bilen, RTÜK diye bir kurum var. Türkiye’de diziler 60 dakika olacak dediği anda bütün bu sorunlar kökünden çözülür.

İçinde bulunmaktan en çok keyif aldığınız proje hangisiydi?
Hepsi. Ben keyif almadığım bir projede henüz çalışmadım çok şükür. Yani mecbur kaldığım için yaptığım hiç bir şey olmadı. Zaten herhalde bir aktör için dünyanın en büyük zulmü de, nefret ettiği bir projede olmaktır.

Sette olmazsa olmaz dediğiniz bir şey?
Valla kendimi övmek gibi olur o yüzden hiç anlatmasam daha iyi. Sette benim çaycıdan hiç farkım yoktur. Hatta çaycı benim için daha değerlidir çünkü benim için emek çok değerlidir. Ben haftanın üç günü sete gidiyorsam, haftada altı gün çekim varsa ve o çocuk sabahın 8’inden gecenin 4’üne kadar oradaysa bir de benim bunun üzerine şımarıklık yapma haddim hududum yoktur. Bu insanın kendisiyle ilgili bir şeydir. Benim düşüncem budur ama hani sette iyi çay demlensin isterim en büyük lüksüm sette çay içmektir. Her sette de demlenir zaten. Boşta kaldıkça da bir bardak çay verilirse çok mutlu olurum. Onun dışında da çikolatam olsun, o olsun bu olsun demem.

Sette başınıza gelen ilginç bir olay var mı?
Mesela Ustura Kemal’i çekemiyoruz gülmekten. Ben Komutan’ı oynuyorum Oktay Kaynarca da Ustura’yı oynuyor. O gene gülebiliyor da benim hiç gülmemem lazım. Mahvediyor beni, dalağı düşük onun da. Onun da dalağı düşüyor benim de düşüyor çekemiyoruz sahneyi. Geçen gün 4 saatte bir sahneyi çekemedik. Krize giriyoruz 3-2-1 ve ardından kopuyoruz paydos. Çekemiyoruz, “paydos verelim bence bırakalım, mesleği de bırak diyorsan bırakayım, yapamadık ne yapalım?” diyorum. Oluyor böyle şeyler. Set ortamı, eğer sevdiğiniz bir ekiple çalışıyorsanız çok keyifli oluyor ki ben hakikaten Allah’ın sevdiği kulu olarak hem tiyatroda hem setlerde sevdiklerimle çalıştım hep. Mesela birbirimizi insan olarak da sevmeseydik Park Sanat Merkezi’yle de çalışamazdık, yapamazdık yani. Ben sevmediğim hiç kimseyle çalışamam. Benim için hayat sevdiklerinizle yaşamanız gereken güzel bir şey diye düşüyorum. Herkese çok saygı duymak gerektiğini düşünürüm. Gereken saygıyı da herkese gösteririm. Bu saygı da ayağa kalmak falan değil tabii ki herkesle aynı muameleyi görmek isterim onun dışında bir talebim de yok hiç bir zaman.

Aile içinde ilişkileriniz nasıl peki?
Aynen böyle. Duru da evin bir bireyi… Kül tablası alınacak olsa onun da fikri alınır bizde. Benim ailemde de böyleydi, evde bahçeye çiçek dikilecekse ne dikileceğine oturup hep beraber karar verirdik. Öyle gördüğümüz için ben de şimdi öyle yapıyorum. Bütün kararları Duru’yla beraber veririz. Biz de usul böyledir çok demokratik, bireye bağımlı, bireyin isteklerini ön planda tutan bir yaşam anlayışımız var. Duru’yla ilgili günlerce konuşabilirim, doğumunda nefesim tutuldu, havsalam almadı. Hatta hayatımın en ilginç olaylarından birini anlatabilirim Duru’yla ilgili. Doğumdan sonra annesi aşağı kattaydı onun yanına indim, bebek nerede diye sordum “12 kat yukarıda” dediler.  Asansör de gelmedi 12 kat yukarıya koşarak çıktım. Ne alakaysa koymuşlar ta 12. kata. Neyse çıktım böyle bir camekanlı bölüm 10-12 tane bebek var orada “bil bakalım hangisi senin” dediler “bu” dedim. Şimdiki Duru’yla alakası yok kapkara zenciye dönmüş teniyle yatıyor öyle. Ablamlar falan şok geçirmişlerdi. Ama buluyorsun işte o başka bir şey yani. Kokusundan da bulamazsın camekanın arkasında ama buluyorsun onu yani o havsalamın durduğu andır benim.

Duru doğduktan sonra neler değişti hayatta?
Çok şey değişti. Çok sakin araba kullanıyorum, daha az sinirlenmeye çalışıyorum, sigara hariç sağlığıma en azından gıdama dikkat ediyorum. Sigarayı da kaç defa söz vermeme rağmen bırakamadım. Değişmeyen tek şey nikotin oranını azaltmakla beraber bırakamadığım sigara oldu. Onun dışında uyku düzeninden yatma planıma kadar her şey değişti.

Uykunuzu kaçıran şeyler nelerdir?
Bu ülkede uyku uyumak mümkün değil zaten. Herkes rahat uyuyor mu bilmiyorum ama ben uyumuyorum. Herkesin bir sıkıntısı vardır; insomniak, paranoyak, şizofrenik, saldırgan, tehditçi bir toplumun bireyinin yastığa kafasını koyduğu zaman geleceğe güvensiz, ayağının altındaki zeminin sağlam olduğuna emin olmayan bir toplumun bireyleri gece rahat uyuyamazlar. Ben uyuyamıyorum. Böyle olmadığını da düşünen varsa oturur üç gün de ona konuşurum. Böyle olmaması gerektiğini yurt dışına çıktığında görüyorsun çünkü. Orada kimsenin bir acelesi yok, kimsenin gelecekle ilgili çok büyük kaygısı yok, kimse şizofrenik ya da paronayak bir şekilde yönetilmiyor. Herkesin birbirini gammazladığı ya da öbürünün şikayet ettiği ya da bu günden yarına ne olacağını hayal bile edemediği bir ortam yok. O yüzden hepimizin derdi ortaktır diye düşünüyorum.

Kozmik tesadüflere inancınız var mı?
Var. Var tabii canım olmaz mı?

İnsanlar hakkında iyimser misiniz? Gerçekçi misiniz yoksa romantik mi?
Çok iyimserim. Romantiğim ama çok iyimserim. Kimsenin kötü olduğunu düşünmüyorum. Benim böyle yaşamama sebep olan insanların bile. Yani eleştiri yaptığın, eleştirdiğin insanların bile kötü olduğunu düşünmüyorum. Çok açık söyleyeyim Başbakanın kötü bir insan olduğunu düşünmüyorum aksine çok iyi bir insan olduğunu düşünüyorum. Herkesin çok iyi insan olduğunu düşünüyorum ama iyi insan kötü insan meselesi göreceli bir kavram. Eğer siz 1’de geldiyseniz ve ben sizinle ancak 6’da röportaj yapabiliyorsam ben sizin için şuanda bir nebzede olsa kötü bir insan olabilirim.
Bir adamı yetiştiği çevrede muhafaza etmek ve sahip olduklarını korumak, herkese benim yaptığım doğru sende benim gibi yap dediği için birine kızamazsın. O adamın nasıl bu hale geldiğiyle ilgili bir sosyolojik çözünüm yapmak zorundasın ya da benim neden böyle olduğumu ya da senin?
Twitter yeni yeni takip etmeye başlıyorum ama geçenlerde bir şey okudum; Paris’de dünyanın her türden hayvanının olduğu bir hayvanat bahçesinde en tehlikeli tür yazan bir odaya giriyormuşsun orada sadece ayna varmış. Kendi türünü yok etmek üzerine güdülenmiş, koşullanmış bir türden bahsediyoruz. Bizim dışımızda hiçbir tür kendi türünü yok etmek üzere parçalamıyor. Doymak dışında bir çabası yok. Karnını doyurduğunda çimene yatıyor koskoca aslan, yanından geçsen, löp et olarak da dolansan dönüp sana bakmıyor çünkü karnı tok. Karnı tok olmasına rağmen hala et stoğu yapmaya çalışan bir tek tür var o da insan. Yani nasıl olduğunu bilemiyorum bu durumun, onu antropologlar inceleyecekler ama bence mesela ben antropolog olsam, Türk toplumunun seksek küsur yılda bu hale nasıl geldiğini incelerim.   

Toplumun sosyalleşmesinden kaynaklanıyor olabilir mi bu durum?
Sosyalleştik mi biz acaba? Biz okur-yazar mıyız? Her birimiz tek başımıza kendimize baktığımızda, hepimiz dürüstçe, kendimize en azından yalan söylemeden çağdaş bir yaşamın gereklerini yerine getiren birer fert miyiz? Kendimize verdiğimiz cevap kendimizi tatmin ediyor mu? Etmiyorsa; bize dayatılanlara itiraz etme hakkımız sınırlı.
Kentsoylu bir geçmişten ve yaşam tarzından gelmemizin etkisi olabilir mi bu durumda?
Hayır, son derece kentsoyluyuz aslında. Sadece o kentsoylu tanımının içeriği yok. 16 tane devlet var Türkler tarafından kurulmuş her biri müreffeh olan bir toprak parçasını kullanılmaz hale getirdikten sonra yeni alana geçip orayı da kullanılmaz hale getirip yine başka bir yere geçmişlerdir. Yani sadece buradan baksak bile yeterli olur sanırım. Bin yıl kalmış 2bin yıl kalmış önemli değil sonuçta o toprak artık çiçeği doğurmayınca “hadi canım çiçek nerede var? Hungarya’nın kuzeyinde” diyerek Hunlara gitmişler oradan. Atikus (Atilla) orada doğmuş mesela… Yani bu anlattıklarım aslında bugünkü davranış biçiminin bir örneğidir. Roma’ya üç kere gittim, üç gidişimde de ayrı yerlerde kazılar vardı. İstanbul Roma’dan dört kere eski, üç tane tahta parçası için Marmaray’dan mı vazgeçelim diyen bir zihniyetle boğuşuyoruz. O kalıntıyı çıkartıp cam fanuslar içerisinde senede yirmi-otuz milyon turiste onu göstererek, o turistten kazandığı parayla tramvay yapan bir toplum var hemen dahil olmak istediğin Avrupa Birliğinde. Yani formül çok ortada aslında, dünyayı yeniden keşfedecek bir şey yok. Vatikan’a gittiğimde en çok şaşırdığım ve kızdığım şey Katolikliğin buraya gelmesinde en önemli iki aziz var ve ikisi de Antakyalı. Doğdukları ve büyüdükleri yer Antakya ama hiçbir Katolik Türkiye’ye gelmiyor ve dünyada kaç milyar Katolik olduğunu siz hesap edin. Türkler zaten çalışmaya üşenen, tembel bir toplum olarak turizmden de, her tarafı suya değen bir kara parçasına sahip olmasına rağmen, din turizmiyle Vatikan bu hale gelmişken, her şeyinizi yaparsınız onunla. Fakat bunu düşünecek bir analitik zekaya ihtiyacınız var. Antakya’da dünyanın en eski kiliselerinden biri var ama Antakya da havaalanı yok! Bana kimse hikaye anlatmasın.

Tekrar tekrar izlemekten keyif aldığınız bir film var mı?
Yok, ama çok sevdiğim her filmi minimum üç kez izlerim. Hatta yeni bir filmi seyredip zaman kaybetmek riskine karşılık eskiden çok sevdiğim bir filmi yeniden izlemeyi tercih ederim. Çok fazla sevdiğim film var, Woody Allen filmleri, Almodovar’ın filmleri… Yönetmen takip ediyorum genelde. Son zamanlarda bir “12” diye bir Rus filmi izledim mesela onu tavsiye edebilirim. Çok fazla iyi film var yani hangisini söylesem bilemedim, hadi bir şarkı söyle demişsiniz gibi oldu bu J

Çocuklara da eğitim veriyorsunuz, peki onlar size neler katıyorlar?
Çocuklara bir mesleki seçim eğitimi veremiyorsunuz maalesef, bu biraz daha pedagojik bir formasyon oluyor. Çocukların oynayarak, birlikte bir şeyler yapmalarını sağlamaya çalışıyoruz onlar daha sonrasında oyuncu olmak istiyorlarsa olurlar. Bizim ilk hedefimiz onların iletişim becerilerini yükseltecek bir eğitimi sağlamak onlara. Samimiyetle ve sıcaklıkla kendini ifade ederek, ne istediğini karşısındakine söylemesini sağlayarak ve bir masayı toplarken birlikte toplamayı öğreterek, bir tekstte küçük rol büyük rol demeden o hikayeyi anlatmak üzere herkesin ucundan tuttuğu çocuklar yetiştirmek. Buradaki alt metin biraz daha farklı, çocuğun hayal gücünü geliştirmek… Jules Verne Aya Seyahat’i yazmasaydı, aya gene çıkılabilirdi ama belki çok daha geç çıkılabilirdi, bu olsaydı da insanlarda bozon aranması çok daha sonraya kalmış olabilirdi. Bilimle sanat çok ayrı görünmesine rağmen bana göre ve bir sürü sanatçının da eserlerine baktığımda algılayıp da yorumladığımda, ikisinin beraber ve paralel gittiğini görüyorsun. Leonardo da Vinci’ye baktığımda ya da düşünce adamları, Descartes’e baktığımda… Başlangıç bireyde sonra toplumda, sonra o toplumun gelişmesi ve daha iyi yaşaması, üstünde yaşadığı gezegeni ferahlığa kavuşturması için öncelikle hayal edecek, o hayalin ne kadarını gerçekleştirebilirse, bir sanatçının hayalinin ne kadarını gerçekleştirebilirse bilim, o derece insan huzurlu ve mutlu yaşayacak. Biraz tersine devam ediyor tabi bu, uygarlık tarihinde böyle olmamış, atomu bulup önce bombayı imal etmiş. O atomu parçalayıp enerjiyi insana zarar vermeden nasıl sağlarımı düşünmemiş. Orada sıkıntı var.

İnsanların bencil olmasıyla ilgili olabilir mi bu?
İnsan vahşi bir hayvan, hepimiz öyleyiz.

Kendi çocukluğunuza baktığınızda, aklınıza gelen ilk anı nedir?
Ben bir köpeği kurtarmak için 15 tane köpeğin arasına girmeye çalışmıştım. 15 köpeğin her biri ayrı yerimden ısırmıştı ve sonra hangi köpeğin beni ısırdığını bilemediğimiz için 21gün aşı oldum. O zaman da sadece Kuduz Hastanesi İstanbul’da Çemberlitaş’da vardı…

Evde hayvan besliyor musunuz?
Hayır, çok büyük bir mesai istiyor. Hayvanlarla ilişkim iyi ama çok saçma sapan bir mesaide çalıştığım için kızım da bir hafta yanımda bir hafta yok ayın 15 günü sadece yanımda. Ben genelde o olmadığında çalışıp, seyahatlerimi o olmadığı zamanda yapıyorum. Duru olduğu zamanlarda hep evdeyim ama yine de hayvan alamıyoruz maalesef. Yani kendi başına hayatını idame ettirebilen bir hayvan almamız lazım o da kedi, kaplumbağaya da balık olabilir ama çok üzülüyorum sonra onlar ölünce. 40 tane kadar balığım vardı, onlar öldü çok üzüldüm sonra. Köpek aldım bir tane Duru’nun zoruyla, Allahtan onu doktor bir arkadaşıma emanet ettik de şimdi benim evimden büyük koskoca bir çiftlikte yaşıyor, çok mutlu. Bakamıyorum ama çok seviyorum bu son yasayı da öfkeyle reddediyorum. Toplum reaksiyon gösterdiği her şeyde karşı tarafın geri adım atacağını böyle böyle öğrenecek. Kürtaj yasası da benzer bir durumdu. Orada sadece “benim bedenim benim kararım” kısmını mesafeli olarak değerlendiriyorum. Çünkü sadece annenin değil o babanın da kararı. Ben de babayım ve benim de kararım. Dolayısıyla onun dışında nasıl kürtajda geri adım atıldı? Yine aynı reaksiyon verildiğinde yine geri adım atılacak. Siyasetçi zorlayacak, toplum kitle örgütleriyle reaksiyon verdikçe geri adım atılacak. Bu böyle bir bumerang… Gidecek, gelecek… Yapacak bir şey yok.

Günlük hayatınız nasıl geçiyor? İşten çıkıp, eve gidip yemek yapıyor musunuz mesela?
Benim öyle bir işim yok maalesef. Şu saatte işim biter ve eve giderim yemek yaparım gibi bir durumum söz konusu değil ama ben bildiğiniz aşçıyım. Evde olduğum her zamanda yemeği ben yaparım. Aklına ne geliyorsa yapabiliyorum. Zaten kızım da benim yaptığım yemekleri ister dışardan yemek istemez hayatta. Ben bazen üşenirim, dışardan mı söylesek acaba falan derim “yok sen yapcan, sen yaparsan yerim yoksa yemem” der. Ne kadar yorgun olursan ol yapıyorsun. Belki de onu duymak istiyorumdur. İstesin de yapayım sonra da diyeyim ki “aa yemedin ama sen istedin de yaptım kızım” J

Gün içinde ana konsantrasyon noktalarınız neler?
Valla beş tane adamın hayatını yaşıyorum ben. Bir tanesi, evde bir baba, yardımcım olmadığı zaman sabah 6de kalkıp 6:45de kızını servise yetiştirip onu gönderdikten sonra mutfağını toparlayıp, oturup gazetesini okuyup sonra ezberini yapıp sonra provasına giden… Öbürü sete gidip 20 saat çalışıp geri dönen bir adam. Bir tanesi tiyatroda aktörlük yapan, biri turneye giden falan… Böyle bir durum var o yüzden hani nasıl bir düzen bilmiyorum. Nasıl yetişiyorum gerçekten bilmiyorum. Severek yapınca belki de iş gibi gelmiyor ki bana. Benim bir mesaim yok 24 saat benim işim. Gece yarısı kalkıp kütüphaneden oyun aradığımı da hatırlıyorum hani hangi oyundu o falan diye… 24 saat kafa öyle çalışıyor çünkü. Bu iş başka türlü olamıyor. Dükkanı kapattık, kepengi indirdik, kapıyı kilitledik demek söz konusu değil bu işte.

Son olarak en sevdiğiniz çizgi film karakterini de öğrenebilir miyiz? 

Sevdiğim bütün çizgi filmleri yasaklı ilan ettiler J Red Kit; sigara içiyor diye yayınlanmıyor. Temel Reis vardı bayılırdım, o da yasaklandı. Şirinleri seviyordum, onları da komin hayatını örnek gösteriyor, yazarı çizeri de komünistti zaten dediler, onu da yasaklamışlar. Benim çocukluğumun çizgi filmlerinden Vikingler vardı, Disney’in karakterlerini zaten hepimiz severiz. Onun dışında çizgi film karakteri değil ama Karayip Korsanlarında Jhonny Depp’in oynadığı Jack Sparrow son 10 yılın kahramanı benim için. Yedişer-sekizer kere seyrettim filmlerin her birini Duru’yla. Duru’ya izletiyormuş gibi taklit yapıyorum, beraber izliyoruz onunla, ben de izliyorum 7. Kez. “Siyah İnci’yi bir daha mı izlesek?” falan diyorum J Duru’yla oturup izliyoruz. Bir de Ice Age’de konuşmayan, introdaki meşe palamudunu kovalayan var ya, kendime benzetiyorum onu. Meşe palamutu tiyatro, o da ben. Dünya yıkılıyor ama ben hala tiyatronun peşinde…

Erkekleri Dizginlemenin 5 Ulvi Yolu!


1-      Gösterin ama Vermeyin


Bir erkeğe bütün sevginizi vermeye kalkarsanız direk diskalifiye olursunuz! İçinizden gelen sesi dinlemekten vaz geçin! Sonuçta içimizden gelen sesin de nerden geldiği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Unutun onu. Tamamen yaradılışımızdan kaynaklanan minnoş halleri bir kenara saklayın. Sevdiğinizi belli edin ama asla tamamen teslim olmayın. Çünkü yaranamazsınız. Sizi avucunun içine aldığını anladığı an erkek insanının kafası rahata erecektir. Sulamasa da büyüyen bir çiçek olduğunuzu düşünmesine izin vermeyin. Her an avuçlarından kayacakmışsınız hissi makbuldür.  Erkekler mücadele etmeyi severler. Bırakın sizin için mücadele etsinler.  Durmadan adamı ararsanız “Benim hatun napıyo acabağğ” diye düşünmeleri gerekmez. İzin verin sizi düşünmeleri için nedenleri olsun.  Yapışmayın yani 404 gibi! “Sen olmazsan yaşayamam” etkisi yaratmanıza hiç gerek yok.  

2-      Sabrın Sonu Selami


Sakin ve sabırlı olun. Aklınızdan geçen her şeyi çat diye söylemeyin.  “Sen beni artık hiç sevmiyorsuuuğğn” gibi şabalak tavırlarınızı kız arkadaşlarınıza saklayın. Eğer gerçekten artık sizi sevdiğini düşünmüyorsanız bırakın gitsin zaten! Cehennem ve dibi bu tür durumlar için gayet müsait! Sizi üzecek bir şey yaptığında da hemen affetmeyin. Bırakın biraz burnu sürtsün. Çünkü erkek insanı yaptığı haltın cezasını çekmezse aynı şeyi tekrarlamak konusunda çok ısrarcı olabilir. Arıyor mu? Açmayın. 10dk sonra geri arayın. Hemen cevap yazmayın. İncileriniz dökülmez bence… Sonuç olarak sabrınızı koruyun. Sonunda Selami sizin olacak.

3-      Daraltmayın


Psikopata bağlamayın! Rahat bırakın şu adamları biraz. Yapışmayın yakalarına. Öncelikle durup bir derin nefes alın ve ardından aşık olduğunuz adama güvenmeyi öğrenin. Onu kafese de koysanız, tasma da taksanız yapmak istediklerinden alıkoyamazsınız. Bırakın arkadaşlarıyla maç izlesin. “Sen benimle olmak yerine maç izle zaten” diye bir şey yok! Tabii ki izleyecek! Siz de bunu kız arkadaşlarınızla dedikodu yapmak için bir fırsat olarak değerlendirin mesela. Çünkü ne kadar sıkboğaz ederseniz o kadar sizinle birlikte vakit geçirmek istemeyecektir. Bırakın o sizin programınızdaki boş zamanları yakalayıp sizi görmeye çalışsın. O zaman çok daha değerli olacaksınız. Sizinle birlikte vakit geçirmeyi bir mecburiyet haline getirirseniz, bayramda akraba gezmesine giden çocuklar kadar huysuz olmasına da katlanmak zorunda kalırsınız!

4-      Huzur Verin


Her şeye söylenmeyin. Sizi gördüğünde beynini kemiren bir kuş hayal etmesini hiçbirimiz istemeyiz.  Sonuçta mutlu olmak için birliktesiniz. Ona ne kadar huzur verirseniz o kadar çok sizinle olmak isteyecektir.  Tabii ki huzur saçabilmeniz için sizin de huzurlu olmanız gerekir. Bunun için de en önemli kural sevdiceğinize güvenmeniz. Günde 2 rekat da sarılıp öperseniz makbule geçebilir.

5-      Beklentilerinizi Çöpe Atın


Ayşe’nin sevgisi ona doğum gününde çok süper bir sürpriz hazırlamış olabilir. Bu çok tatlı evet! Nuriye’nin de kocası  güğümlerini kalaylıyormuş. Ne kadar harika! Sizin sevgiliniz ne yapıyor? Hiç! O zaman siz Ayşe’nin sevgilisi ve Nuriye’nin kocasıyla takılın bence. Sonuç olarak sizin sevdiğiniz adam bir öküz olabilir. Süpersonik hareketlerde bulunamıyordur, uçamıyordur, kaçamıyordur ama Hatice’nin romantik panda kocasından çok daha fazla seviyordur sizi. Herkes sevdiğini farklı şekillerde gösterir. Bunun için hayıflanmaktan vazgeçin. Beklentilerinizi ne kadar aza indirgerseniz o kadar az hayal kırıklığı yaşar o kadar da az çemkirirsiniz. Bu da sevdiceğinizin size daha çok bağlanmasına neden olur. Hem belki bir gün yeşillikleri yemekten vazgeçip, bir buket yapıp size getirir kim bilir?


Sonuç Olarak: Kelin ilacı olsa başına sürermiş! Şimdi dağılabilirsiniz.

21.11.13

Kadınları Kuzuya Çevirmenin 5 Güzide Yolu


1-    Vurun ama Öldürmeyin


En önemli kuraldır kendisi. Tabi ki kadının ağzına kürekle vurmaktan bahsetmiyorum. Vurucu darbe olarak “ilgi” kullanılmalı. Onu sonsuz bir ilgi yumağının içine bırakın. Çiçek almanıza bile gerek yok. Gün içinde sık sık arayın, güzel sözler söyleyin, yavaş yavaş aşık olduğunuzu hissettirin. Fakat buradaki en önemli kural asla yalakalık boyutuna geçmeyin. Tatlı tatlı, sanki yaşanan her şey bir mucizeymişçesine… Mesaj attığında “ben de tam seni düşünüyordum” demenizdeki bayatlık bile onu etkileyecektir. Sakin olun, ağırdan alın ama deli gibi ilgiye boğun. Sonra bir anda kafanıza meteor düşmüş de o kadar güzel şeyi siz yaşatmamışsınız gibi çat diye bütün ilgiyi kesin. Burada da dikkat etmeniz gereken tamamen ortadan kaybolmamak. Günde 5 kez arıyorsanız 1 kez arayın. Araba kullanırken bile konuşuyorsanız “Canım şuanda araba kullanıyorum sonra konuşalım mı?” gibi hala ilgili ama yetersiz yaklaşımlarda bulunun. Geri vites her zaman işe yarar. Doz önemli o kadar…

Sonuç olarak ilginize alışmış olan kadın insanı, kaybetme korkusuyla meleyen bir kuzuya dönüşecek…

2-      Kul Olun


Tanrının basit bir kulu olun. Süpersonik bir kahraman olduğunuza hiç birimiz inanmıyoruz zaten. Prens olmanızı tercih ederiz ama tayt giymiyor olmanız da hoşumuza gidiyor.
Kendiniz olun, içinizden geçenleri söylemekten çekinmeyin. Dürüst bir şekilde sevdiğinizi belli edin. Yormayın karşınızdakini… Öylece bırakıversin kollarınıza kendisini…
Siz ne kadar dürüst yaklaşırsanız kadınlar da o kadar açacaktır duygularını. Bir kadın ne kadar kendi gibi olursa ne kadar şey paylaşırsa o kadar aşık olur karşısındaki adama. Zaten o noktadan sona bir kuzu gibi kollarınızda mee’liyor olacak…

3)      Kavga Edin, Affedin ve Sevişin


Bu en klasik yöntemlerden biridir. Ufak bir hatasından dolayı kendisini suçlu hissetmesini sağlayın. Karizmatik tavrınızla kulak memesi kıvamına gelinceye kadar onu biraz ezin. Tartışın ama bağırmayın. Mantıklı açıklamalarınız zaten onu gereğinden fazla baştan çıkaracaktır. Ağlama kıvamına gelene kadar ısıttığınız kadını bir anda affedin. Güvenle sarılın. Sonrasını zaten biliyorsunuz…  
Sonuçta kadınlar manyaktır… Ufak tartışmalar aşklarını ve tutkularını alevlendirir. Monoton ve huzurlu hayatınız bazen yeterince baştan çıkarıcı olmayabilir değil mi?


4)      Tribalenfeksiyonuna İzin Verin


Bir kadın size trip atıyorsa bunun yegane temeli onu ilgisiz bırakmış olmanızdır. İlgisiz kalmamış bile olsa ekstra ilgi istiyor demektir. Çünkü bir kadın yanında uyumanızı istedi ve bu olmadı diye avazı çıktığından fazlasıyla size çemkiriyorsa sizi gerçekten seviyordur. Sevildiğinizi bilin! Gidin ona sarılın. Onu çok sevdiğinizi söyleyin ve göreceksiniz ki hemen ardından minik bir kuzuya dönüşecek.

5)      Mutlu Edin



En sevdiğimiz yöntem budur. Saçma sapan stratejiler yapmadan sadece onu mutlu etmek isteyin ve bunun için gerçekten çaba harcayın. Çünkü bir kadın mutlu olduğunda karşısındakini de mutlu etmemek için hiçbir sebebi kalmaz. Bunun için de sevdiğinizi gerekli kıvamda belli etmeniz yeterli. Öküzlüğün alemi yok!  

Sonuç olarak huzurlu ve mutlu ilişkiler yaşayın. Herkesin en çok buna ihtiyacı var. Kadınlar biraz manyak olsalar da, gülerek ve sevgiyle yaklaştığınızda hepsi çözülecektir.


Saygılarımla.

15.11.13

Yolda Görsen Tanırdın Beni


Henüz tanışmadığı biriyle -di’li geçmiş zamanda kalır mı insan?
"Gitti, bitti, aslında yoktu ama sevdi…Çok da umurumdaydı..."

Sevildiğini bilmek o kadar güzeldir ki, sevildim demek için çok geçtir bazen…

Öyle saçma sapan seversin ki, sevdim demek için çok erkendir bazen…

Birbirinize birkaç aşk kadar geç kalmışsınızdır belki

Belki de hiç tanışmamışsınızdır aslında ama yolda görseniz tanımak istersiniz birbirinizi.

Gözleri her gün saatlerce gözlerine bakmış gibi, sesi hep kulağında çınlamışçasına seversin oturduğun yerden olmayan birini. Beyaz atıyla her gün karşına çıkacakmış gibi… Ama bilirsin şövalyeler yoktur artık kalabalık şehirlerde. Zaten atıyla gelmesi de çok uzun sürmez miydi?

Henüz görmediği biriyle geçmiş zamanda kalır mı insan?

Sanki çok büyük bir aşk yaşamış gibi…

Olmayan birine kızar mı insan hala gelmiyor diye? Nerede şimdi ne yapıyor diye merak eder mi? Sanki her şey yaşanmış, bitmiş geriye bir tek sen kalmışsın gibi…

Henüz dokunmadan yüzüne, birden tokat atar gibi…

Ne kadar gitse de kalır mısın onda? Yolda görse tanır mı seni?

Senin ondan tamamen vazgeçtiğini bilmiyordur belki…

Senden tamamen vazgeçebildiği için onu affetmeyeceğini bile bile tanışır mıydı seninle?

Yolda görüp tanırsınız belki birbirinizi.

Sonra olacakları düşünüp bırakıp gidersiniz.

Hiç tanışmamış gibi… Tanıştığınıza memnun olmamış gibi kalırsınız –di’li geçmiş zamanlı kelimelerde.

Geçtir artık yaşanmamışları yaşamak için çünkü kırgınsındır. İçin buz keser, aslında hiç görmediğin birini bir daha görmek istemezsin. Birkaç gün sonra da unutursun henüz yaşanmamış her şeyi.


Yanlış zamandır çünkü… Tanrının yanlış işi varmış gibi…