Neredeyse 1 sene önce bir araya gelme şansı yakaladığım Emre
Kınay’la “her şey” üzerine yaptığımız uzun ama çok tatlı sohbeti yayımlamak bir
türlü kısmet olmamıştı. Bu röportajın bilgisayarımın tozlu dosyaları içerisinde
beklemesinin büyük haksızlık olduğunu fark ettim ve hemen sizlerle paylaşmaya
karar verdim. Emre Kınay’a da içten sohbeti için tekrar çok teşekkür ederim.
Çocukken de oyuncu
olmak mı istiyordunuz?
Hiç düşünmedim, bir meslek belirlemedim ben. Liseden sonra
karar verdim oyuncu olmaya daha doğrusu yönetmen olmaya. Sonra oyunculuktan
başlayıp o şekilde devam ettim. Aslen hukuk okuyordum ben fakat sonra okulu
dondurdum iyi ki de dondurmuşum ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet
Konservatuarında tiyatro bölümüne girdim. Bu sene de yeniden sınava girip
tekrar hukuk okumak istiyorum.
Peki, avukatlık
yapmayı düşünüyor musunuz?
Niyetim var aslında ama bilemiyorum tabii… En azından,
herkesin hobisi var mesela tiyatro, benim de hukuk hobim ama okuyacağım tabii
ki. Bu sene öğrenci olmak niyetindeyim.
Türkiye’deki sanat
eğitimi ne durumda sizce?
Sanat eğitimi iyi fakat sanat takipçisi yok.
Ankara’da tiyatro
bileti bulmakta çok zorluk çekiyoruz. Genel olarak oyunlar full oynuyor.
İstanbul’da durum böyle değil o zaman?
İstanbul’da zor böyle enstantaneler görmek fakat ben şehre
nasıl kızayım? İnsanlar sabahın 8’inde çıkıyorlar evden, aksam işten 6’da
çıkıyorlar ondan sonra iki buçuk saat İstanbul trafiğinde kalıyorlar. Böyle bir
günden sonra da gelsin oyunu izlesin diyemiyor insan. Ankara’nın kompakt bir
durumu var. Arabayla 5 dakikada, toplu taşımayla 15 dakikada istediğiniz yere
ulaşabiliyorsunuz. En önemlisi oyun bitince evinize ulaşmanızda bu sürelerde.
İstanbul çok büyük yani Avcılar da İstanbul, Kartal, Pendik de İstanbul.
Dolayısıyla bizim de Ankara turnelerimiz aslında daha keyifli geçiyor çünkü
dolu dolu oynuyorsunuz. Yani tiyatroların bu kadar dolu oynaması Ankara’ya özel
bir durum kısacası…
Ankarada sosyal etkinliklerin
az olmasından kaynaklanıyor olabilir mi bu durum?
İstanbul’da da az olsa keşke. Tiyatrolar, konserler… Gerçi
pop, caz vs. konserler dolar ama tiyatrolarda öyle bir durum göremiyoruz. Yani
herkes tiyatroyu çok seviyor ama uzaktan. Yeni sezon hayırlı olsun diye
binlerce tebrik geliyor fakat kaçı tiyatroya geliyor?
Dizilerden de
tiyatrodan aldığınız tadı alabiliyor musunuz?
Ben oyunculuk yapmaktan keyif alıyorum dolayısıyla her yerde
de aynı oyunculuğu yapıyorum. Benim için değişen bir şey yok. Dizi biraz daha
zor tabii, en azından oyun gibi başlayıp biten bir şey değil. Set zor bir iş…
Bir sahne çekmek için yirmi saat beklediğin zaman orada keyfi kaçıyor insanın.
Artık zulme dönüşüyor ama seyrederken aynı oranda keyifli bir iş. Severek
yapıyorsun sonuçta. Oyunculuğun konusu içinde sonuçta sinema, tiyatro, dizi,
reklam, sunum… Oyuncunun işi bunlar. O yüzden benim için bir ayrım yok.
Oyunculuk bir ve tektir. Bir insan oyuncudur ya da değildir.
Alaylı oyuncu ve
eğitimli oyuncu arasında fark var mı sizce?
Var tabii. Bin yılın tartışması bu. Mankenler de oyunculuk
yapacak sonuçta kimsenin tekelinde değil oyunculuk ama sürdürülebilir bir
meslek olarak yapmak için akademik bir bazda üzerine kafa yormuş olmak ve
detaylı çalışmış olmak şart. Yani, üç tane üfürükçünün karıştırdığı macun
omuzunuzun ağrısına iyi geliyor olabilir ama ağrınızın tekrarlamasını
engelleyecek bir yöntem değil. Dünya da bunu kabul ediyor bu arada bir dönem
için iyi geldiğini. Onun gibi bir şey…
Sonuçta bunun bir yöntemi var her işin olduğu gibi… Bu yöntemin
içerisinde yapılması, belirli bir hiyerarşi, liyakat her meslekte olduğu gibi
oyunculukta da önemli… Akademik durum, benim sevdiğim ve de yapmasaydım bu işte
olmayacağım bir neden hatta. Akademik bir gelişim yapmasaydım bu işi yapmak da
istemezdim.
Devlet tiyatrolarının
özelleştirilmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Özelleştiremezler öyle bir şey mümkün değil. Herkes rüya
görmekten bir uyansın başbakan dahil. Böyle bir şey yapamazlar. Anayasayı değiştirirler, bu vatandaş da
anayasa değişirse din esasında yönetilen bir devlet haline dönüşeceğini fark
eder elbet. Ben şuanda devlet tiyatrolarında
40 liraya oynuyorum aynı prodüksiyonu özel tiyatrolarda yapmaya kalksan
150liraya bilet! Nasıl seyredeceksiniz?
Hadi İstanbul’da seyrettirdiniz, nasıl götüreceksiniz Konya’ya? Nasıl
yapacaksınız bunu? Ben özel tiyatro yapan biri olarak söylüyorum bunu. Tiyatro sanatının yaygınlaşması, Türk ve
Dünya tiyatro edebiyatının seçkin eserlerinin, klasiklerin, seyirciyle
buluşturulması ve bununla beraber insanlara evrensel öyküler anlatmak devlet
tiyatrosunun kuruluş amacıdır. Bu hikayelerle toplumlar gidilen turnelerdeki
yerleşim yerlerini çağdaşlaştırır. İnsanlar belirli bir çizgiye gelirler. Böylece
daha sonra ben özel tiyatro olarak gittiğimde beni yadırgamazlar. O yüzden
kimse rüya görmesin. Devlet tiyatrolarını kapatmak o kadar kolay bir şey değil.
Ben 22 yıldır bu işi yapıyorum profesyonel olarak 22 yılda 4 Cumhurbaşkanı 8den
fazla Başbakan gördüm çok gördük yani, daha da görürüz. Bu açıklamaları yapan
yönetici olarak ne ilk olacak ne de son.
Bunun sebebi araştırımalı aslında, ben size söyleyebilirim ama
rahatlıkla. Tiyatroda bir aktör sahneye çıkıp da bir hikaye anlatmaya
başladığında orada makamınız mevkiniz ne olursa olsun yandaki bakkal Ahmet
Efendiyle aynı sırada aynı şartlar altında oturup oyunu izlemek zorundasınız. Ben
konuşurken sakız çiğneyemezsiniz, ben konuşurken ayağa kalkıp gezemezsiniz,
nezaketinize bağlı olarak çıkıp salonu terk edebilirsiniz, yuhalamak da
nezaketiniz sınırları dahilinde bir şey… Müdahale edemediğin alanı yok etmek
siyasetin doğasında olan bir şeydir.
Peki, 22 yıl boyunca
oyunculuk adına neler değişti sizce?
Ben ne sıkıntı çektiysem 5000 yıl öncede aynı sıkıntılar
çekildi bence. İyileşen şeyler de var, kötüleşenlerde. İyileşen şey; teknoloji
gelişti sinema ve televizyonda özellikle, kötüleşen şey ise teknolojinin bu
kadar gelişmesine rağmen sinema ve televizyonda hala dünya standardında bir çalışma
performansı oturtamadık. Tiyatro; çok gelişti. Siz şimdi benimle röportaj
yapıyorsunuz ama benden çok daha iyi oyuncular var Diyarbakır’da, Trabzon’da
birçok yerde… Fakat hala seyircinin kafası hikaye anlatıcısı olarak aktörü
algılamış değil. Tanınan ve bilinen kişi olarak algılandığı için bu süreçte de
daha çok değişti, oyuncular olarak daha çok tanındık medya olanaklarıyla. Çok
tanınanlar daha çok tanındılar ama onlardan çok daha iyi oyuncu olanlar da o
sıradaki yerlerinde konvansiyonel olarak kaldıkları için sanki yoklarmış gibi
davranıldılar. Yani bir tarafıyla iyi bir şey oldu her şey gelişti, bir
tarafıyla kötü bir şey oldu kaynak yaratmakta sıkıntı var. Yani içli dışlı bir
soru, hakikaten konferans konusu bu. Sinematografik olarak ilerledik mi? Hayır,
hatta sinematografik olarak geriye geldik.
Dizi sektörü nereye
gidiyor?
Dünyanın hiçbir yerinde bir haftada 95-100-110 dakikalık
diziler çekilmiyor. Fiziksel olarak çekilemez de. Yabancı aktörlerle konuştuğum
zaman, tesadüflerle bir araya geldiğimizde, onlara söylediğimiz zaman
inanamıyorlar zaten. İnandırmaya çalışıyoruz “biz bunu beş günde çekiyoruz”
diye inanmıyorlar. Yani uyumuyoruz biz sürekli çalışıyoruz hakikaten. Fakat bu
Türk insanının emeğinin sömürülmesine ne kadar müsaade ettiğiyle doğru orantılı
bir sonuç çünkü adamı bir sete koyuyorsun ve üç gün oradan çıkarmıyorsun.
Aktörler sete gelip gidiyor olabilir fakat o sette çalışan, performans gösteren
setin çaycısından ışıkçısına kadar herkes çok ciddi emek harcıyor. Üstelik
karşılığı çok düşük bu yüzden zaten standardı konuşamayız çünkü bunun standardı
algı süresiyle paralel olarak 50-52 dakika gibi. Mesela şimdi Game of Thrones
diye bir dizi var ben çok severek izliyorum, bir bölümünü altı haftada
çekiyorlar ve 45-47dk arası bir bölümü. Buna karşılık biz 90 dakikayı beş günde
çekiyoruz. Yemek yaptığınız zaman, yalancı dolma mı lezzetlidir yoksa yaprak
sarma mı? Yaprak sarmak uzun iştir, önce yaprakları suya koyacaksın
çıkaracaksın, sapını ayıracaksın, saracaksın, demleye demleye pişireceksin.
Öbüründe; yapıştır koy. Bizim yaptığımız şuanda o. Aslına bakacak olursanız bu
işi anında çözebilecek bir tane mekanizma var. İçki bardağını, sigarayı
buzlamayı bilen, RTÜK diye bir kurum var. Türkiye’de diziler 60 dakika olacak
dediği anda bütün bu sorunlar kökünden çözülür.
İçinde bulunmaktan en
çok keyif aldığınız proje hangisiydi?
Hepsi. Ben keyif almadığım bir projede henüz çalışmadım çok
şükür. Yani mecbur kaldığım için yaptığım hiç bir şey olmadı. Zaten herhalde
bir aktör için dünyanın en büyük zulmü de, nefret ettiği bir projede olmaktır.
Sette olmazsa olmaz
dediğiniz bir şey?
Valla kendimi övmek gibi olur o yüzden hiç anlatmasam daha
iyi. Sette benim çaycıdan hiç farkım yoktur. Hatta çaycı benim için daha
değerlidir çünkü benim için emek çok değerlidir. Ben haftanın üç günü sete
gidiyorsam, haftada altı gün çekim varsa ve o çocuk sabahın 8’inden gecenin
4’üne kadar oradaysa bir de benim bunun üzerine şımarıklık yapma haddim hududum
yoktur. Bu insanın kendisiyle ilgili bir şeydir. Benim düşüncem budur ama hani
sette iyi çay demlensin isterim en büyük lüksüm sette çay içmektir. Her sette
de demlenir zaten. Boşta kaldıkça da bir bardak çay verilirse çok mutlu olurum.
Onun dışında da çikolatam olsun, o olsun bu olsun demem.
Sette başınıza gelen
ilginç bir olay var mı?
Mesela Ustura Kemal’i çekemiyoruz gülmekten. Ben Komutan’ı
oynuyorum Oktay Kaynarca da Ustura’yı oynuyor. O gene gülebiliyor da benim hiç
gülmemem lazım. Mahvediyor beni, dalağı düşük onun da. Onun da dalağı düşüyor
benim de düşüyor çekemiyoruz sahneyi. Geçen gün 4 saatte bir sahneyi çekemedik.
Krize giriyoruz 3-2-1 ve ardından kopuyoruz paydos. Çekemiyoruz, “paydos
verelim bence bırakalım, mesleği de bırak diyorsan bırakayım, yapamadık ne yapalım?”
diyorum. Oluyor böyle şeyler. Set ortamı, eğer sevdiğiniz bir ekiple
çalışıyorsanız çok keyifli oluyor ki ben hakikaten Allah’ın sevdiği kulu olarak
hem tiyatroda hem setlerde sevdiklerimle çalıştım hep. Mesela birbirimizi insan
olarak da sevmeseydik Park Sanat Merkezi’yle de çalışamazdık, yapamazdık yani.
Ben sevmediğim hiç kimseyle çalışamam. Benim için hayat sevdiklerinizle
yaşamanız gereken güzel bir şey diye düşüyorum. Herkese çok saygı duymak
gerektiğini düşünürüm. Gereken saygıyı da herkese gösteririm. Bu saygı da ayağa
kalmak falan değil tabii ki herkesle aynı muameleyi görmek isterim onun dışında
bir talebim de yok hiç bir zaman.
Aile içinde
ilişkileriniz nasıl peki?
Aynen böyle. Duru da evin bir bireyi… Kül tablası alınacak
olsa onun da fikri alınır bizde. Benim ailemde de böyleydi, evde bahçeye çiçek
dikilecekse ne dikileceğine oturup hep beraber karar verirdik. Öyle gördüğümüz
için ben de şimdi öyle yapıyorum. Bütün kararları Duru’yla beraber veririz. Biz
de usul böyledir çok demokratik, bireye bağımlı, bireyin isteklerini ön planda
tutan bir yaşam anlayışımız var. Duru’yla ilgili günlerce konuşabilirim,
doğumunda nefesim tutuldu, havsalam almadı. Hatta hayatımın en ilginç
olaylarından birini anlatabilirim Duru’yla ilgili. Doğumdan sonra annesi aşağı
kattaydı onun yanına indim, bebek nerede diye sordum “12 kat yukarıda”
dediler. Asansör de gelmedi 12 kat
yukarıya koşarak çıktım. Ne alakaysa koymuşlar ta 12. kata. Neyse çıktım böyle
bir camekanlı bölüm 10-12 tane bebek var orada “bil bakalım hangisi senin”
dediler “bu” dedim. Şimdiki Duru’yla alakası yok kapkara zenciye dönmüş teniyle
yatıyor öyle. Ablamlar falan şok geçirmişlerdi. Ama buluyorsun işte o başka bir
şey yani. Kokusundan da bulamazsın camekanın arkasında ama buluyorsun onu yani
o havsalamın durduğu andır benim.
Duru doğduktan sonra
neler değişti hayatta?
Çok şey değişti. Çok sakin araba kullanıyorum, daha az
sinirlenmeye çalışıyorum, sigara hariç sağlığıma en azından gıdama dikkat
ediyorum. Sigarayı da kaç defa söz vermeme rağmen bırakamadım. Değişmeyen tek
şey nikotin oranını azaltmakla beraber bırakamadığım sigara oldu. Onun dışında
uyku düzeninden yatma planıma kadar her şey değişti.
Uykunuzu kaçıran
şeyler nelerdir?
Bu ülkede uyku uyumak mümkün değil zaten. Herkes rahat
uyuyor mu bilmiyorum ama ben uyumuyorum. Herkesin bir sıkıntısı vardır;
insomniak, paranoyak, şizofrenik, saldırgan, tehditçi bir toplumun bireyinin
yastığa kafasını koyduğu zaman geleceğe güvensiz, ayağının altındaki zeminin
sağlam olduğuna emin olmayan bir toplumun bireyleri gece rahat uyuyamazlar. Ben
uyuyamıyorum. Böyle olmadığını da düşünen varsa oturur üç gün de ona konuşurum.
Böyle olmaması gerektiğini yurt dışına çıktığında görüyorsun çünkü. Orada
kimsenin bir acelesi yok, kimsenin gelecekle ilgili çok büyük kaygısı yok,
kimse şizofrenik ya da paronayak bir şekilde yönetilmiyor. Herkesin birbirini
gammazladığı ya da öbürünün şikayet ettiği ya da bu günden yarına ne olacağını
hayal bile edemediği bir ortam yok. O yüzden hepimizin derdi ortaktır diye
düşünüyorum.
Kozmik tesadüflere
inancınız var mı?
Var. Var tabii canım olmaz mı?
İnsanlar hakkında
iyimser misiniz? Gerçekçi misiniz yoksa romantik mi?
Çok iyimserim. Romantiğim ama çok iyimserim. Kimsenin kötü
olduğunu düşünmüyorum. Benim böyle yaşamama sebep olan insanların bile. Yani
eleştiri yaptığın, eleştirdiğin insanların bile kötü olduğunu düşünmüyorum. Çok
açık söyleyeyim Başbakanın kötü bir insan olduğunu düşünmüyorum aksine çok iyi
bir insan olduğunu düşünüyorum. Herkesin çok iyi insan olduğunu düşünüyorum ama
iyi insan kötü insan meselesi göreceli bir kavram. Eğer siz 1’de geldiyseniz ve
ben sizinle ancak 6’da röportaj yapabiliyorsam ben sizin için şuanda bir
nebzede olsa kötü bir insan olabilirim.
Bir adamı yetiştiği çevrede muhafaza etmek ve sahip
olduklarını korumak, herkese benim yaptığım doğru sende benim gibi yap dediği
için birine kızamazsın. O adamın nasıl bu hale geldiğiyle ilgili bir sosyolojik
çözünüm yapmak zorundasın ya da benim neden böyle olduğumu ya da senin?
Twitter yeni yeni takip etmeye başlıyorum ama geçenlerde bir
şey okudum; Paris’de dünyanın her türden hayvanının olduğu bir hayvanat
bahçesinde en tehlikeli tür yazan bir odaya giriyormuşsun orada sadece ayna
varmış. Kendi türünü yok etmek üzerine güdülenmiş, koşullanmış bir türden
bahsediyoruz. Bizim dışımızda hiçbir tür kendi türünü yok etmek üzere parçalamıyor.
Doymak dışında bir çabası yok. Karnını doyurduğunda çimene yatıyor koskoca
aslan, yanından geçsen, löp et olarak da dolansan dönüp sana bakmıyor çünkü
karnı tok. Karnı tok olmasına rağmen hala et stoğu yapmaya çalışan bir tek tür
var o da insan. Yani nasıl olduğunu bilemiyorum bu durumun, onu antropologlar
inceleyecekler ama bence mesela ben antropolog olsam, Türk toplumunun seksek
küsur yılda bu hale nasıl geldiğini incelerim.
Toplumun
sosyalleşmesinden kaynaklanıyor olabilir mi bu durum?
Sosyalleştik mi biz acaba? Biz okur-yazar mıyız? Her birimiz
tek başımıza kendimize baktığımızda, hepimiz dürüstçe, kendimize en azından
yalan söylemeden çağdaş bir yaşamın gereklerini yerine getiren birer fert
miyiz? Kendimize verdiğimiz cevap kendimizi tatmin ediyor mu? Etmiyorsa; bize
dayatılanlara itiraz etme hakkımız sınırlı.
Kentsoylu bir geçmişten ve yaşam tarzından gelmemizin etkisi
olabilir mi bu durumda?
Hayır, son derece kentsoyluyuz aslında. Sadece o kentsoylu
tanımının içeriği yok. 16 tane devlet var Türkler tarafından kurulmuş her biri
müreffeh olan bir toprak parçasını kullanılmaz hale getirdikten sonra yeni
alana geçip orayı da kullanılmaz hale getirip yine başka bir yere geçmişlerdir.
Yani sadece buradan baksak bile yeterli olur sanırım. Bin yıl kalmış 2bin yıl
kalmış önemli değil sonuçta o toprak artık çiçeği doğurmayınca “hadi canım
çiçek nerede var? Hungarya’nın kuzeyinde” diyerek Hunlara gitmişler oradan.
Atikus (Atilla) orada doğmuş mesela… Yani bu anlattıklarım aslında bugünkü
davranış biçiminin bir örneğidir. Roma’ya üç kere gittim, üç gidişimde de ayrı
yerlerde kazılar vardı. İstanbul Roma’dan dört kere eski, üç tane tahta parçası
için Marmaray’dan mı vazgeçelim diyen bir zihniyetle boğuşuyoruz. O kalıntıyı
çıkartıp cam fanuslar içerisinde senede yirmi-otuz milyon turiste onu
göstererek, o turistten kazandığı parayla tramvay yapan bir toplum var hemen
dahil olmak istediğin Avrupa Birliğinde. Yani formül çok ortada aslında,
dünyayı yeniden keşfedecek bir şey yok. Vatikan’a gittiğimde en çok şaşırdığım
ve kızdığım şey Katolikliğin buraya gelmesinde en önemli iki aziz var ve ikisi
de Antakyalı. Doğdukları ve büyüdükleri yer Antakya ama hiçbir Katolik
Türkiye’ye gelmiyor ve dünyada kaç milyar Katolik olduğunu siz hesap edin.
Türkler zaten çalışmaya üşenen, tembel bir toplum olarak turizmden de, her
tarafı suya değen bir kara parçasına sahip olmasına rağmen, din turizmiyle
Vatikan bu hale gelmişken, her şeyinizi yaparsınız onunla. Fakat bunu düşünecek
bir analitik zekaya ihtiyacınız var. Antakya’da dünyanın en eski kiliselerinden
biri var ama Antakya da havaalanı yok! Bana kimse hikaye anlatmasın.
Tekrar tekrar
izlemekten keyif aldığınız bir film var mı?
Yok, ama çok sevdiğim her filmi minimum üç kez izlerim.
Hatta yeni bir filmi seyredip zaman kaybetmek riskine karşılık eskiden çok
sevdiğim bir filmi yeniden izlemeyi tercih ederim. Çok fazla sevdiğim film var,
Woody Allen filmleri, Almodovar’ın filmleri… Yönetmen takip ediyorum genelde.
Son zamanlarda bir “12” diye bir Rus filmi izledim mesela onu tavsiye
edebilirim. Çok fazla iyi film var yani hangisini söylesem bilemedim, hadi bir
şarkı söyle demişsiniz gibi oldu bu J
Çocuklara da eğitim
veriyorsunuz, peki onlar size neler katıyorlar?
Çocuklara bir mesleki seçim eğitimi veremiyorsunuz maalesef,
bu biraz daha pedagojik bir formasyon oluyor. Çocukların oynayarak, birlikte
bir şeyler yapmalarını sağlamaya çalışıyoruz onlar daha sonrasında oyuncu olmak
istiyorlarsa olurlar. Bizim ilk hedefimiz onların iletişim becerilerini
yükseltecek bir eğitimi sağlamak onlara. Samimiyetle ve sıcaklıkla kendini
ifade ederek, ne istediğini karşısındakine söylemesini sağlayarak ve bir masayı
toplarken birlikte toplamayı öğreterek, bir tekstte küçük rol büyük rol demeden
o hikayeyi anlatmak üzere herkesin ucundan tuttuğu çocuklar yetiştirmek. Buradaki
alt metin biraz daha farklı, çocuğun hayal gücünü geliştirmek… Jules Verne Aya
Seyahat’i yazmasaydı, aya gene çıkılabilirdi ama belki çok daha geç
çıkılabilirdi, bu olsaydı da insanlarda bozon aranması çok daha sonraya kalmış
olabilirdi. Bilimle sanat çok ayrı görünmesine rağmen bana göre ve bir sürü
sanatçının da eserlerine baktığımda algılayıp da yorumladığımda, ikisinin
beraber ve paralel gittiğini görüyorsun. Leonardo da Vinci’ye baktığımda ya da
düşünce adamları, Descartes’e baktığımda… Başlangıç bireyde sonra toplumda,
sonra o toplumun gelişmesi ve daha iyi yaşaması, üstünde yaşadığı gezegeni
ferahlığa kavuşturması için öncelikle hayal edecek, o hayalin ne kadarını
gerçekleştirebilirse, bir sanatçının hayalinin ne kadarını gerçekleştirebilirse
bilim, o derece insan huzurlu ve mutlu yaşayacak. Biraz tersine devam ediyor
tabi bu, uygarlık tarihinde böyle olmamış, atomu bulup önce bombayı imal etmiş.
O atomu parçalayıp enerjiyi insana zarar vermeden nasıl sağlarımı düşünmemiş. Orada
sıkıntı var.
İnsanların bencil
olmasıyla ilgili olabilir mi bu?
İnsan vahşi bir hayvan, hepimiz öyleyiz.
Kendi çocukluğunuza
baktığınızda, aklınıza gelen ilk anı nedir?
Ben bir köpeği kurtarmak için 15 tane köpeğin arasına
girmeye çalışmıştım. 15 köpeğin her biri ayrı yerimden ısırmıştı ve sonra hangi
köpeğin beni ısırdığını bilemediğimiz için 21gün aşı oldum. O zaman da sadece
Kuduz Hastanesi İstanbul’da Çemberlitaş’da vardı…
Evde hayvan besliyor
musunuz?
Hayır, çok büyük bir mesai istiyor. Hayvanlarla ilişkim iyi
ama çok saçma sapan bir mesaide çalıştığım için kızım da bir hafta yanımda bir
hafta yok ayın 15 günü sadece yanımda. Ben genelde o olmadığında çalışıp,
seyahatlerimi o olmadığı zamanda yapıyorum. Duru olduğu zamanlarda hep evdeyim
ama yine de hayvan alamıyoruz maalesef. Yani kendi başına hayatını idame
ettirebilen bir hayvan almamız lazım o da kedi, kaplumbağaya da balık olabilir
ama çok üzülüyorum sonra onlar ölünce. 40 tane kadar balığım vardı, onlar öldü
çok üzüldüm sonra. Köpek aldım bir tane Duru’nun zoruyla, Allahtan onu doktor
bir arkadaşıma emanet ettik de şimdi benim evimden büyük koskoca bir çiftlikte
yaşıyor, çok mutlu. Bakamıyorum ama çok seviyorum bu son yasayı da öfkeyle
reddediyorum. Toplum reaksiyon gösterdiği her şeyde karşı tarafın geri adım
atacağını böyle böyle öğrenecek. Kürtaj yasası da benzer bir durumdu. Orada
sadece “benim bedenim benim kararım” kısmını mesafeli olarak değerlendiriyorum.
Çünkü sadece annenin değil o babanın da kararı. Ben de babayım ve benim de
kararım. Dolayısıyla onun dışında nasıl kürtajda geri adım atıldı? Yine aynı
reaksiyon verildiğinde yine geri adım atılacak. Siyasetçi zorlayacak, toplum
kitle örgütleriyle reaksiyon verdikçe geri adım atılacak. Bu böyle bir
bumerang… Gidecek, gelecek… Yapacak bir şey yok.
Günlük hayatınız
nasıl geçiyor? İşten çıkıp, eve gidip yemek yapıyor musunuz mesela?
Benim öyle bir işim yok maalesef. Şu saatte işim biter ve
eve giderim yemek yaparım gibi bir durumum söz konusu değil ama ben bildiğiniz
aşçıyım. Evde olduğum her zamanda yemeği ben yaparım. Aklına ne geliyorsa
yapabiliyorum. Zaten kızım da benim yaptığım yemekleri ister dışardan yemek
istemez hayatta. Ben bazen üşenirim, dışardan mı söylesek acaba falan derim
“yok sen yapcan, sen yaparsan yerim yoksa yemem” der. Ne kadar yorgun olursan
ol yapıyorsun. Belki de onu duymak istiyorumdur. İstesin de yapayım sonra da
diyeyim ki “aa yemedin ama sen istedin de yaptım kızım” J
Gün içinde ana
konsantrasyon noktalarınız neler?
Valla beş tane adamın hayatını yaşıyorum ben. Bir tanesi,
evde bir baba, yardımcım olmadığı zaman sabah 6de kalkıp 6:45de kızını servise
yetiştirip onu gönderdikten sonra mutfağını toparlayıp, oturup gazetesini
okuyup sonra ezberini yapıp sonra provasına giden… Öbürü sete gidip 20 saat
çalışıp geri dönen bir adam. Bir tanesi tiyatroda aktörlük yapan, biri turneye
giden falan… Böyle bir durum var o yüzden hani nasıl bir düzen bilmiyorum.
Nasıl yetişiyorum gerçekten bilmiyorum. Severek yapınca belki de iş gibi
gelmiyor ki bana. Benim bir mesaim yok 24 saat benim işim. Gece yarısı kalkıp
kütüphaneden oyun aradığımı da hatırlıyorum hani hangi oyundu o falan diye… 24
saat kafa öyle çalışıyor çünkü. Bu iş başka türlü olamıyor. Dükkanı kapattık,
kepengi indirdik, kapıyı kilitledik demek söz konusu değil bu işte.
Son olarak en sevdiğiniz çizgi
film karakterini de öğrenebilir miyiz?
Sevdiğim bütün çizgi filmleri yasaklı ilan ettiler J Red Kit; sigara içiyor
diye yayınlanmıyor. Temel Reis vardı bayılırdım, o da yasaklandı. Şirinleri
seviyordum, onları da komin hayatını örnek gösteriyor, yazarı çizeri de
komünistti zaten dediler, onu da yasaklamışlar. Benim çocukluğumun çizgi
filmlerinden Vikingler vardı, Disney’in karakterlerini zaten hepimiz severiz.
Onun dışında çizgi film karakteri değil ama Karayip Korsanlarında Jhonny
Depp’in oynadığı Jack Sparrow son 10 yılın kahramanı benim için.
Yedişer-sekizer kere seyrettim filmlerin her birini Duru’yla. Duru’ya
izletiyormuş gibi taklit yapıyorum, beraber izliyoruz onunla, ben de izliyorum
7. Kez. “Siyah İnci’yi bir daha mı izlesek?” falan diyorum J Duru’yla oturup
izliyoruz. Bir de Ice Age’de konuşmayan, introdaki meşe palamudunu kovalayan
var ya, kendime benzetiyorum onu. Meşe palamutu tiyatro, o da ben. Dünya
yıkılıyor ama ben hala tiyatronun peşinde…