Kadınlar sever diye yazdım, erkekler de sevdiceğim.

30.1.12

LALE’YLİ LALA LULA DA LAMBURLEYLİ FERDİ!


          Ürküyorum henüz, en yakın arkadaşlarımla çalıştığım işten yeni ayrılmışım. Yeni bir aşk yeni bir iş yine gülecek bir neden lazım olduğundan ufak bir tatilin ardından yeni ofisimdeyim. Karanlık, izbe, yerin altında bir yer. Sadece içerideki insanların parlaklığıyla aydınlanan bir ofis ama yazın ortasında karşılaştığım sıcak karşılamanın yanı sıra ofis bildiğiniz buzhane. İnsanların sıcaklığı bile ısıtmaya yetmemiş orayı, Ağustosun ortasında herkesin üzerinde bir hırka…

          Yeni patronumla görüşüyorum, işimin başına geçmeye hazırım. Fakat başına geçeceğim bir masam yok henüz. Editör varmış bir tane Tuğçe, onun masasına sandalyesine, bilgisayarına ve hatta hoperlörlerine bile çökmek suretiyle bana yeni bir yaşam alanı yaratıyoruz. Tuğçe döndüğünde ne olacak bilmiyorum…. Bir kız var, bana yardım ediyor sürekli, masayı çekiyor, bilgisayarı taşıyor… Ben de bakıyorum saksı gibi… Patronun dediklerini düşünüyorum “Damla’yla ortak çalışacaksınız onunla iyi arkadaş olmalısınız.” Yaklaşık bir saattir bana yardım ederken harap düşmüş kıza soruyorum; “Damla kim?” kız durur mu? Hemen cevabı yapıştırdı; “Damla benim!” 

          Hoşbulduk Bitter, ben  ve potlarım seni selamlıyoruz…
          
          Her sabah erken geliyorum işe, gereğinden fazla erken geliyorum hatta ama ben ne kadar erken gelirsem geleyim kapıda kalmıyorum. Çünkü sarısın bir kız var, delirmiş gibi saatler öncesinden geliyor sürekli ofise. Benim için sakıncası yok, zaten anahtarım da yok, baya ii yani ofiste birinin bulunması…

           Artık bir ritüel halini almaya başlıyor sabahlarımız, ben kapıyı çalıyorum, sarışın kız Lale karşılıyor beni, günaydınlaştıktan sonra “mutfak” diyerek kahvaltıya geçiyoruz.  Her sabah bir dedikodu seansı, ben anlatyorum Lale anlatıyor, Lale anlatıyor ben dinliyorum… Konumuz hep aynı, Lalenin kavuşamadığı aşkı Ferdi. 

          O kadar güzel seviyor ki Lale, Ferdi’yi görmenize gerek yok, Lale’nin gözlerinde görebiliyorsunuz zaten onu.  O kadar güzel anlatıyor ki Ferdi’sini, tanışmanıza gerek kalmıyor, tanıyormuş hissine kapılıyorsunuz. 

          Sarı Lale, yıllardır seviyor Ferdi’sini, fakat bir türlü aralarında bir ilişki başlamıyor. Lale sabır küpü, bekliyor bir gün gelecek, ben de mutlu olacağım diye. Görüşüyorlar sürekli, biri Ankara’da biri İstanbul’da olmasına rağmen sık sık buluşuyorlar. Lale bıkmadan usanmadan sürekli İstanbul yollarında… Her yolculuk öncesi bir panik, bir heyecan… Kuaföre gidiliyor, ne giyilecek seçiliyor, bütün ofis durumu biliyor ve öpücüklere boğulup, bol şans dilendikten sonra Lale yollara gönderiliyor. Her dönüşü başka bir hikaye, kah ağlıyor Lale kah gülüyor… Ama sabrın sonu yok bekliyor, bir gün Ferdi de onu sevdiğini söyleyecek…

          Gelişmeleri sabah kahvaltılarında yakından takip ediyorum. Biliyorum çünkü birini sevip beklemenin, onun da seni sevmesini istemenin ne demek olduğunu. Ama ben bırakmışım o işleri, Lale’nin sabrından bana hiç düşmemiş… Pes etmişim ben. İstiyorum ki Lale başarsın, bu benim de zaferim olsun. 

          Gel zaman git zaman olaylar gelişiyor, Lale her İstanbul’dan döndüğünde gülüyor. Artık tek mutsuzluğu Ferdi’sinden ayrılmış olması. Keyfimiz yerinde fakat hala bilemiyoruz sevgililer mi değiller mi?

          Bir gece dışarıya çıktım, çok içmişim. Sabah işe gidiyorum fakat midem felaket… Otobüse biniyorum ve tek istediğim yanımdaki şişko kızın üzerine kusmamak. Keşke yanıma torba alsaydım derken kendimi otobüsten dışarıya atıp Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının önüne bütün enerjimi ve tabii kaynaklarımı bırakıyorum. Bir taksiye atlamak suretiyle sonunda ofise ulaşıyorum. 

          Mutfakta bir adam oturuyor Lale’nin yanında. Heralde ben hala sarhoşum derken Lale tanıştırıveriyor bizi “Ferdi, Burçin” !!!!
Kafam güzel, dünya güzel, sen güzelsin güzelsin muhabbetleri, kakaralar kikiriler… Bir şekilde herkes Ferdi’yi çok seviyor. Ferdi de beni çok sevmiştir diye düşünüyorum bir de ayık görse bayılırdı aslında…
Her şey mükemmel Lale’nin yine ayakları yerden kesilmiş, uçarak geziyorlar Ferdi’yle beraber Ankara semalarında. 

          Artık herkes bekliyor, ne zaman sevgili olacaksınız?

          Bir Cumartesi gecesi telefonum çalıyor, arayan Lale. “Biz sevgili olduk” diyor neredeyse mutluluktan ağlayacak. Sesinden fışkırıyor aşkı, bağırıyorum evin içerisinde sevinçten. O kadar mutlu oluyorum ki, o kadar mutlu oluyoruz ki, Pazartesi günü olanları duyduğunda “ benim minik yavrum Melis”in gözleri doluyor. Çünkü hepimiz Lale ile Ferdi’nin kavuşmasını bekliyoruz uzun zamandır. Hepimizin kendimizden bir şeyler bulduğumuz Lale’nin hikayesinde Türk filmi tadında seyrettiğimiz senaryonun mutlu sonla bitmesi hepimizi yeniden umutlandırıyor Aşk için. Olamaz mı? Olabilir….


28.1.12

Konuşmuyoruz artık, susuyoruz nedense… Gerek duymuyoruz belki de…

Bir şeylerin bitişini izlediğimiz içindir belki de suskunluğumuz, paylaşacak bir şeyimiz kalmamış da olabilir ya da sessizliği paylaşmak istiyoruzdur belki bilmiyorum.  Her şeyden anlam çıkaran bir kadının saçmalaması da olabilir bunlar ya da hiçbir şeye anlam yüklemeyen bir adamın anlamsızlığıdır. Belki de her şey olması gerektiği gibidir ve hiçbir anlama gelmiyordur. Neresinden baktığınıza göre anlamı değişen, yarım dolu bir bardak değildir çünkü içinde olduğunuz durum. Biraz dikkatle bakarsanız ortada bir bardak bile yoktur hatta.

Konuşmuyoruz sadece, sessiz kalmak daha güzeldir belki de… Hissedersin nereye gittiğini, gideceğini. Daha net görürsün değişkenleri. Susarsın sadece… Belki de bir anlamı yoktur…

10.1.12

Biz Bebe İken


Bizim zamanımızda her şey bir başka zordu. Çocukluğumuzdan başlayan ızdıraplar yüzünden hepimizin hala kafası güzel. Gelişen teknolojinin bütün aşamalarına şahit olmuş bir nesil olarak her şeyden anlıyormuş gibi yapıp aslında hiçbir şey anlamıyoruz.

Daha ilkokula bile gitmediğimiz zamanlara kadar uzanır çektiğimiz eziyetler. Alt tarafı bit kadar çocuksun, tek isteğin biraz çizgi film izlemek ama onu da karganın bokunu henüz yemediği saatlerde yayınladıkları için erkenden uyanmak zorundasın.  Zaten seçenekler kısıtlı, ya Tom ve Jerry izleyeceksin ya da Tom ve Jerry çünkü o zamanlar bu kadar çok kanal yok. Yıllar sonra Nickelodeon keşfedilecek ama henüz senin bundan haberin yok.

Okula gitmek için bin bir hevesle aldığın arabalı kalemlerin, barbie’li silgilerin, teknoloji harikası zannettiğin üzerinde numaralı bir çark olan ve ortasındaki tuşa basınca otomatik açılan kalem kutunun, muhteşem komik kaplarla kapladığın defterlerinin daha sonra sırtında kambura neden olacağından da okulun ilk günü gelene kadar haberin yok tabi ki… Neyse ki artık televizyon daha heyecanlı, Jetgiller diye bir çizgi film başlamış, ,izlesen gözlerine inanamazsın… Bir de annen şu Pazar gecesi sinemalarını izlemene izin verse, her şey mükemmel olacak ama Bizimkiler’le idare ediyorsun işte…

Okul çıkışlarında hayat bir başka akıyor, o zaman bilgisayar yok, msn yok, facebook hiç yok. İnsanlarla iletişim kurabilmek için sokağa çıkmak zorundasın. Görev gibi her tenefüs ip atladığın, futbol oynadığın yetmedi bir de sokakta oynayacaksın. Birler, üçler, dörtler, karman çormanlar, kelebekler derken üç korner bir penaltı, annen kafayı camdan uzattı! “hadi eveeee yemek hazııııır!”.  Çocuk durur mu? Hemen yapıştırmış cevabı:  “tamam yeaa 5dk dahaaa”… Oyun oynamaya bile izin yok arkadaş. Ne eziyetlerle büyüdük yağrabbim!

Neyse velhasıl üç dakika, beş dakika savaşı bitiminde eve gelinir. Öncelikle el yüz yıkanır ve hasar tespitine başlanır. Sokakta hiç acımayan yaralı dizler, evde ciyak ciyak ağlatır. Eziyetin ızdırabın haddi hesabı yok feryat figan geçti çocukluğumuz… 

Üç tekerlekliyle başlayıp iki teker ve ardından vitesliye terfi eden bmx bisiklet anılarımız, patenler, kaykaylar… tasoların arasında kayıp giden çocukluğumuz ve ardından tutti frutti dönemi olarak adlandırılan garson boy zamanları…

Geceleri tutti frutti izleyebilmeyi bi yana bırak müzik dinlemek bile eziyet bu dönemde, kaset diye bişey var, başa sarması bile dakikalar sürüyo. O zamanalar için başarı: radyoda çalan şarkının en başında “rec” tuşuna basabilmek. Eski kasetlerin üzerine en sevilen arkadaşla birlikte yapılan "kendi sesimizden" radyo programları. Bir de kalemle kaset sarma hikayeleri var ki ona hiç girmiyorum.

Neyse efenim gel zaman git zaman hayata giren bilgisayar, Mırc, Icq, slm, asl?

Ardından iki satır ekranlı hesap makinesi kılıklı, tuğla boyutunda cep telefonları… 

Gittikçe gelişen olaylar, futbolcu kartı biriktirmek yerine Google’da search yapmayı öğretse de bize, eskinin yerini hiçbir şey tutmuyor. Ne kadar eziyet çeksek de,  “Nerde o eski bayramlar?” Kafasına bürünmeye başladığımız bu yaşlarda bile hala apartmanın bütün zillerine basıp kaçmak isteğindeyiz.  O yüzden hepimizin hala kafası güzel… Şimdi bi frigo buz olsa yenmez miydi ama?

An kara

Biz Ankarayı severiz çünkü neden sevdiğimizi biz de bilmeyiz. Sizin nefret ettiğiniz her halinden biz de nefret ederiz aslında... Aşk gibi biraz Ankara, siz aşık olduğunuz insana neden aşık olduğunuzu söyleyebilir misiniz?
Büyük görünür Ankara haritalarda, ama içi boştur, yaşanabilen yerleri az ve küçüktür. O yüzden yaşanabilir her duvarında, her köşesinde, herkesin bir anısı vardır.
Bahçelinin minnacık 7. caddesinde önce ailesiyle çekirdek çitleyip sonra Sim'den dondurma yiyen her çocuk büyüyüp aynı caddede piyasa yapmıştır mesela. Gerek Ankara apaçisi olarak gerekse onlarla dalga geçmek için o caddeden mutlaka arabayla son ses müzik eşliğinde geçilmiştir en az bir kez. Biraz yaş kemale erince Tunalı, Bestekar sokakları mesken olur ergenlere. Karum abaza köprüsünde duran "la bebeler" karum merdivenlerinde içilen ilk biralar büyütür Ankara çocuklarını.
Cafe kültürü vardır bir kere Ankara'da, yoklama alsan her gün tam mevcut çıkacak, hamakta sallanmalı Ottimolar, Adonisler... Mekan isimleri de güzeldir burda, Biberon, Onaon, Limon...
İtinayla doğum tarihi değiştirilmiş pasolarla girilmeye çalışılan Saklı Kent, gizli kapaklı içeri sızılan okul Şenlikleri vardır. Eğlence alternatifi kısıtlı olunca, her organizasyonu gidilesidir gri Ankaranın...
Ne de yakışır Ankara'ya bembeyaz kar... Eridikçe helvaya benzer, kakolu helva... Siz çamur deseniz de helvadır o aslında... Ama karın en güzel yanı, televizyon karşısında yarın okul tatil olsun diye dua etmektir. Sabah uyandığında kardan eser kalmış olmasa da bir umut değil midir yaşatan insanı?
Sonra dört yanı üniversitedir Ankara'nın... Birinden birine girersin, giremezsen sınava bir daha girersin... Kampüs demeye bin şahit isteyen üniversitelerde önemli olanın bina değil içerisindeki şamatanın olduğunu düşünerek tadını çıkarmaya çalışırsın. Yani genel olarak azla yetinmeyi öğretir Ankara insana...
Hadi değişik birşey yapalım! ünleminin cevabı hep Lunaparka çıkar burda...
Belediyesinin yaptığı ve kimsenin ne olduğunu bilmediği binaları vardır mesela. Güldürür seni...
Hiç bitmeyen bir metro, hiç bitmeyen umutlar demektir...
Hiç durmayan ama hep sıkışan trafikleri "en azından durmuyoruz" dedirtir, merakını cezbeder insanın sabah sabah, "kaza mı var" dedirtir, uykusunu açar...
Şehrin dışına kurulmuş, yeni bir şehirde yetişmiş çocukları vardır, şehirlileri vardır, köylüleri, ameleleri, bebeleri vardır..
Simiti vardır, keçi heykelleri, yeşil yerleri vardır...
En önemlisi Anıtkabir vardır Ankara'da...
Sevmek istedikten sonra sevilecek bişey aramayanların sevdiği kocaman ama içi boş bir şehirdir işte Ankara...
Üstelik burda gece hayat erken biter, haydi ii geceler...

8.1.12

A Budala


Yokuşu çıkarken şarkı söylüyordum, nefesimin izin verdiği kadar. Yokuş çıktığımın da şarkı söylediğimin de farkında değildim zaten. Nefesim içime kaçmış, dışarı çıkabilmek için kıvranırken ben salak gibi bir de şarkı söylüyordum. Tükürüğümde boğulmak üzere olduğumu fark edene kadar hiçbir şeyin önemi yoktu. Sustum sonra, manyak mıydım da kendime bu eziyeti yapıyordum? Sigarayı bırakmalıyım diye düşündüm. Eğer bırakırsam, yokuş çıkarken şarkı söyleyebilirim.

 Keyifle yemek yersem de dans ederim ben mesela…  Bazı şeyleri de hiç yapmam ben, kırmızı ruj sürmem örneğin, ya da muz çorap giymem. Severim ben en çok, bayılırım sevmeye. Ne kadar çok seversem o kadar çok mutlu olurum, safımdır yani biraz. Hayır, iyi anlamda olan saf değil, baya saftirik manasında. Ne kadar sıkıntı verse de seviyor olma eylemim, yine de severim ben. Sevdiğimin de sıkıntı çektiğimin de farkında olmam zaten. Nefesim içime kaçmış, dışarı çıkmak için kıvranırken ben salak gibi sevmeye devam ederim. Kendi kendimi boğmak üzere olduğumu fark edene kadar hiçbir şeyin önemi yoktur. Susarım sonra, manyak gibi kendime bu eziyeti neden yapıyorum?  Aşık olmayı bırakmalıyım. Eğer bırakırsam, yeniden aşık olabilirim…